Eşi Görülmemiş Dahi Oktay Sinanoğlu. Oktay Sinanoğlu, (d. 25 Şubat 1935, Bari, İtalya – ö. 19 Nisan 2015, Florida, ABD) Kimya mühendisi, bilim insanı , biyokimyager olarak bilinir. 1935, Şubat ayının sonu. Güney İtalya’nın liman kentlerinden biri olan Bari’de Türkiye Cumhuriyeti Başkonsolosluğu görevini yürütmekte Oktay SİNANOĞLU. Oktay Sinanoğlu; dünyanın en genç yaşta profesör olmuş kişisi ve Nobel adayı, Türk kuantum kimyacısı, kuramsal kimyacı ve moleküler biyolog. 1953 yılında Ankara’da TED’in Yenişehir Lisesini birincilikle bitirdi. O zaman lisenin eğitim dili tamamen Türkçeydi, takviyeli yabancı dil dersleri vardı Sayın Hocam, bütün dünya ‘Türk Aynştayn’i Oktay Sinanoğlu’ olarak tanımaktadır sizi. Öncelikle söyleşi için size teşekkür ederek başlamak istiyorum. 12 Ekim 1492 de Kristof Kolomb, Karayib Adalarına ayak basıyor ve defterine ilk gün şöyle bir kayıt düşüyor: “Arawaklar çok içten ve candan insanlar. Dịch Vụ Hỗ Trợ Vay Tiền Nhanh 1s. Sayın Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu; Dünyanın en genç yaşta profesör olmuş kişisi ve Nobel adayı. 1953 yılında Ankara’da TED’in Yenişehir Lisesini birincilikle bitirdi. TED tarafından Amerika’ya burslu Kimya Mühendisliği için gönderildi. 1956 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de Kimya Mühendisliğini birincilikle bitirdi. 1957’de Amerika Birleşik Devletlerinde MIT’den birincilikle Yüksek Kimya Mühendisi oldu. Alfred Sloan ödülünü aldı. 1959’da Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de; Kuramsal Kimya Doktorasını yaptı, doktorasını yaparken iki ödül kazandı. 1959-1960 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri Atom Enerjisi Merkezinde araştırmalar yaptı. 1961’de hem Harvard, hem de Yale’de kendisinin yeni Nicem “Kuvantum” Kimyası ve fiziği üzerine teorileri hakkında üst düzey derslerde yeni buluşlarını anlattı. 1962 yılında Batının 300 yılda en geç profesörü oldu. Türkiye’de de kuramsal kimya bölümünü kurdu. Ortadoğu Teknik Üniversitesinde eğitimin Türkçe olması için uğraş verdi. Ama tabii olmadı. 1964’de Moleküler Biyoloji konusunda ikinci kürsüsüne Yale Üniversitesinde atandı. 1973’de Almanya’nın en yüksek Aleksander von Humboldt Bilim Ödülünü ilk kazanan kişi oldu. 1975’de Japonya’nın Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülünü kazandı; yine 1975 yılında özel kanunla Oktay Sinanoğlu’na ilk ve tek Türkiye Cumhuriyeti Profesörü unvanı verildi. 1976’da Japonya’ya Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderildi. Kendisi Türk-Japon kültür, bilim ve eğitim ilişkilerinin temellerini atmıştır. Amerika Bilim ve Sanat Akademisinin ilk ve tek Türk üyesidir. 1962’den günümüze dek ilk TÜBİTAK Bilim Ödülünü, ilk Sedat Simavi ödülünü, 1992’de Bilgi Çağı, 1995’de İLESAM Üstün Hizmet Ödülünü, ayrıca Yılın Fikir Adamı, Yılın Bilim Adamı ödüllerini aldı. Yıldız Teknik, Yesevi Kazakistan ve benzeri birçok kuruluşta profesör, mütevelli heyet üyesi, Atatürk Kültür Kurumu asli üyesidir. 250 kadar uluslararası bilimsel yayını, bilim kuramları, çeşitli dillere çevrilmiş kitapları vardır. Türkiye’de de Türkçe pek çok yayın yapmıştır. Değişik ülkelerde iki kez Nobel’e aday gösterilmiştir. ———————————- —————————- ———————————- HEDEF TÜRKİYE HEDEF KOYMAK Bilişim teknolojisinde kaydedilen olağanüstü gelişmeye yol açan ilk Kennedy oldu. Kennedy. O zaman diyeceksiniz; Kennedy 1963’de vuruldu, bunların çıkması ise 1980’den sonra. Kennedy’nin ne dahli var bunda? Kennedy milletine hedef gösterdi; dedi ki “10 yıl içinde aya gideceğiz”. O zamanlar herkes, “Olur mu?” dediyse de, Kennedy bu hedefi gösterdi. Kaynak sağlandı; büyük çapta ve birçok sanayi, birçok üniversite, bir çok araştırıcı, herkes, hedef için gerekli olan bir sürü bilim ve teknolojileri geliştirmek üzere çalışmaya başladı. Şimdi, füzeleri göndermek için biliyorsunuz bir güdüm sistemi lazım ve bunu da yönetecek bilgisayarlar lazım. Şu iki oda dolusu bilgisayarı füzeye koyarsak yerinden kımıldayamaz, onun için küçük olması gerekiyordu. O sıralarda zaten “geçirgeç” yani “transistor” icat edilmişti; onu da kullanarak çok küçük, ama güçlü bilgisayarlar yapıldı, bu uzay meselesi için ve bu gelişme sırasında bir sürü yan sanayii doğdu, bir sürü yan gelişme oldu. Ay’la hiç alakası olmadığı halde. “Çok büyük iş. Olur mu?” Aya gitmek de öyle oldu; adam 10 sene dedi, 7 sene de bitti. Birey ve Toplum İçin Hedefin Önemi Bir Musevi atasözü diyor ki “Ülküler bir yıldıza benzer, belki o yıldızı tutamazsın ama oraya doğru yürürsün” Bir topluluğa topyekün gidecekleri bir hedef gösterildiği zaman ve buna inandıkları zaman o insan topluluğu, toplumlar, olağanüstü işler beceriyorlar. Bizim tarihimiz de bunlarla doludur. Oralara doğru herkes yürürse, o millet çok büyük işler başarıyor. Ama böyle insanların kendileri dışında bir ülküleri ve topyekün inandıkları ve oraya doğru gitmek istedikleri bir hedefleri olmadığı zaman aynı insan topluluğu, tek tek her ferdi sadece kendi çıkarı peşinde koşan, darmadağın, birbiriyle uğraşan, üniversitesiyse üniversitesinde sadece birbirine fesatlık, dedikodu, fitnecilik yapan, başka hiçbir şeye merakı olmayan, insan kalabalığından ibaret bir hale geliyor. Bunun böyle olacağı adeta bir tabiat kanunu. İnsanı şöyle tanımlayabilir miyiz acaba? “İnsan” kendisinin dışında hedefleri olan yaratıktır. Bu tanıma göre sade kendi kişisel çıkarlarını düşünen, o çıkarlar peşinde koşmaktan başka gayesi olmayan zavallıya “insan” diyemeyiz. “Zavallı” diyorum, çünkü böyle bir kişi gerçek mutluluğu tadamamıştır; tadamaz da. İnsanın hedefleri kendisinin dışında ve üstünde, toplumuna, milletine, insanlığa yapabilecekleriyle ilgili olmalı. Her Ülkenin Milli Hedefleri Var Dünyada her aklı başında ülkenin araştırmada da, bilim teknikte de, sanayide de, dış siyasette, hepsinin uzun vadeli hedefleri vardır kesinkes ve uzun süre bunlar gider. En Zor Şey Ne İstediğini Bilmektir Bence Türkiye’nin birinci sorunu, ne “para şişmesi” enflasyon, ne Avrupa Birliği’ne bizi almamaları, ne o parti, ne bu fırka. Birinci sorun hedefimizi şaşırmış olmamız. Milletçe sormamız lazım Atatürk’ten beri bu milletin hiçbir hedefi, gayesi var mı? Ne olmalı? Yoktur. Birileri dayatıyor, “illa küçük Amerika olacağı” derlerdi, sonra “illa Avrupalı olacağız.” Nedeni yok, başka bir şey yok; onun için de millet gittikçe dağılıyor, birbiriyle uğraşıyor. O zaman dışarıdan oyunlar çok kolaylaşıyor; sağ, sol, başörtüsü, ıvır zıvır falan bütün bunları çıkarıp milleti meşgul etmek, futbol maçı, seçim maçı, onu seçtik, bunu seçtik, o geldi, bu gitti. Bunlar kolay olur; çünkü milli hedef yok. İnsanları birleştiren bir şey yok, Atatürk’ten beri yok. Kendi İtibarı Olana Başkası da İtibar Eder Şimdi genel siyaset belli olunca, o genel siyaset içinde ayrıntılı hedeflerimiz de belli olur Nasıl bir sanayimiz olmalı? Tarım/hayvancılık siyasetimiz, bilim/teknik araştırma siyasetimiz, eğitim, kültür siyasetimiz, hepsi hepsi. Küçük düşünmeyelim “Çağdaş dünyayı yakalayacağız; Batılının bu günkü düzeyine yirmi yıl sonra erişeceğiz” değil Atatürk ne demiş? “Batıyı geçeceğiz” demiş. Domates Tohumu Moleküler biyolojinin kurulması ve o dalda belli başlı ülkelerden olmamız gerektiğini 35 senedir söylüyoruz. 35 yıldır Türkiye’de diyoruz. Bak bu saha daha yeni çıktı, hızla gelişiyor, yakında başımıza bir sürü bela çıkacak. Çıkmadı mı? Beş TIR mal gönderiyorsun, bir kutu domates tohumu alıyorsun, ertesi sene bir daha domates çıkmıyor, haydi 3-5 TIR mal daha gönderip bir daha al. Tohum aldığımız ülke ise tohumları genetik yapısına taktığı maddeyi çıkararak üretken hale getiriyor. Size göndereceği zaman tekrar o maddeyi takıyor. Basit bir şey bu moleküler biyolojide. Sadece domateste değil, kavunda, karpuzda da bu böyle. O teknoloji az sermaye isteyen ama kafa yoğun bir iştir, bilgi isteyen bir şeydir. Bunda dünyanın başta gelen ülkelerinden olmalıyız. Neyle? Hedefli, ciddi, milli ruhta ama evrensel eğitimle, araştırmayla, sahici ve onurlu bilimcilerle. Burnumuzun dibindeki ufacık devletler oluyor da, biz mi olamayacağız. Niçin? Birkaç Hedef Seçeceğiz Bizim geleneksel hayvancılığımız vardı Asya’dan başlayarak. Hayvancılıkta, tarımda dünyanın gene önde gelen ülkelerinden olmalıyız. Bu devirde neyle olacak? Moleküler biyoloji ile. Konu komşuyu, II. Dünya Harbi’nde Avrupa’yı, etle, buğdayla, sebze meyveyle biz besliyorduk. Şimdi et, sebze meyve ithal eder olduk. Kuzuyu biz yiyorduk, sonra onu gezgine turiste yedirdik. İki büyük yeni teknoloji var Biri moleküler biyoloji, bio-teknoloji, diğeri bilgisayar- elektronik-iletişim teknolojisi. Bu dallarda ulusal hedeflerimiz olmalı, yüklenmeliyiz. Savunmamız da bunlara bağlı. Yeni savaşlar bilgisayarla oluyor. Üstelik, uzaktan kumandayla uçakların, taşıtların çiplerini etkilemek mümkün; bir ülkenin elektrik üretme merkezlerini, iletişim ağlarını felce uğratmak kabil. Hedefler seçeceğiz, o hedeflerde dünyanın önde gelen ülkelerinden olacağız. “Siz bizden makine alın, kumaş dokuyun başka işlere bulaşmayın” ile bir ülke olur mu? Ne olacağı belliydi Üç ülke beyanat veriyor halkına; “Türkiye’ye gitmeyin orası tehlikelidir” diyor. Ertesi gün turizm şak diye kesiliyor, bir günde bitti. Ben senden kumaş almayacağım diyor. Ertesi gün o da bitti. Şimdi sen istikbalini nasıl böyle bir şeye dayayabilirsin, istediği anda senden almaz, daha ucuzunu 50 tane ülkeden alır. Böyle devlet siyaseti mi olur? Dünyada nerelerde ne eksiklikler var, ne boşluklar var; bakıp ona göre ihracat üretimi planlamalıyız. Polonyalılar böyle düşünmüşler, ona göre tercihlerini yapmışlar ve oralarda son sürat gidiyorlar çok daha fakir başladıkları halde. Her ülke böyle. Şimdi bu 40 senede gördük ki Türkiye’de sahiden araştırma yapılması, yani milletin ortaya konmuş ana hedefleri doğrultusunda yaratıcı işler yaparak, birşeyler üretmek Türkiye’de adeta yasaktır. Mesela TÜBİTAK’ın kurulmasını 1962’de önerdiğimiz zaman yönetmeliğine “Birinci vazifesi Türkiye’nin bilimsel, teknik araştırma hedeflerinin amaçlarını tayin etmektir” diye yazdık. Hemen ABD’nin Ford Vakfı Başkanı, -CIA’nin bir uzantısıdır herhalde- müdahale etti ve “Hedef olmaz, herkes bildiğini okur” dedi. Halbuki onları her yeri hedeftir. TÜBİTAK yasasından, bu “hedef” maddesini çıkarttırdı, bizi de aforoz ettirdi. Ondan sonra bir sürü para harcandı, ortada fol yok, yumurta yok. EĞİTİM ve TÜRK DİLİ Şimdi eğitimden Türkiye’de herkes şikayetçidir, velisi de öğrencisi de, üniversitelisi de. Eğitimden şikayetçi olmayan kimse yoktur. Bizim zamanımızda 1953’e dek ortaöğretim harikaydı. Nerden biliyorum? O eğitimle gidip Amerika’nın en iyi üniversitesinde ve Ankara’da tüm dersleri Türkçe olarak okuduktan sonra gider gitmez üç sene atladım, “imtihanları veririm; ben biliyorum bu konuları” dedim. Bizim sınıftan yarısı yapabilirdi aynı şeyi; şimdi kimse yapamaz İngilizce eğitim gördüğü için. Anlamaz ki! Ezberliyor gidiyor. Türkiye’nin eğitim siyaseti, ilkokulundan, üniversitenin yüksek kısmına kadar aynı basit, temel ilkedir “Herkes 250 kelime Tarzan İngilizcesi öğrensin, başka hiçbir şey öğrenmesin.” İngiliz Milliyetçiliği ve Yabancı Dille Eğitim Tarihte ve şimdi de Türk’ün en büyük düşmanı, İngiliz senin İngilizce öğrenip de adam olmanı ister mi? 1953’de Ankara’da tek bir Türk okuluna çengel atmakla başladılar, sonra çayır yangını gibi yaydılar. Millet sonunda yuttu. “Eğitimi Türkçe dilli yapalım” desen veliler sokağa dökülür, “İngilizce isterük” diye. Avrupa diretmiş, çok dilli, çok dinli, çok kültürlü ülke olun diye. Yani bölünün. Türkiye’nin bütünlüğü bölünmezliği tehlikede. Bunlar topla, tüfekle savunulacak şeyler değil. Türkçe gitti mi Türkiye bölünür. Milliyetçilik belli bir zümrenin, belli bir fırkanın vasfı olamaz. Diline, tarihine, kültürüne, haysiyetine, şerefine düşkün her Türk, Türk milliyetçisidir. “Hazırlık Sınıfı” ya da Kendi Yurdunda Yabancı Olmak Hazırlık sınıfı diye bir olay dünyada yok biliyor musunuz? Bunu benden başka söyleyen, yazan da nedense olmuyor. Dünyada hazırlık sınıf diye bir olay yok, hazırlık sınıfı kim için var biliyor musunuz? Mesela bir yabancı öğrenci ahmak bir ülkeden geliyordur, yabancı ülkede o öğrenci için hazırlık sınıfı vardır. Şimdi Türkiye’de nerdeyse her düzeyde, her okulda hazırlık sınıfı var. Dünya garabeti bir durum. Ama bundan ne sonuç çıkar biliyor musunuz? Demek ki Türk öğrenci kendi yurdunca yabancı öğrenci durumuna düşürülmüştür. Herkesin Sahip Çıkması Lazım Türkçe öyle bir dildir ki.. Yüzbinlerce kelime var Türkçe’de, dünyanın en büyük dili ve en üretken dili ve bilimin her dalına yetecek, bütün terimleri türetme kabiliyeti olan başlıca dil, matematik gibi dil. Türkçe konuşurken yarı İngilizce laflar sokuşturmak marifet değil, kimliksizlik, haysiyetsizlik alametidir. Türkçe’ye kakışlanan her İngilizce bozuntusu sözcük, benim böğrüme batırılmış bir dikendir. Her türlü Türkçe söz ise eskisi, yenisi ağzında bir bal damlasıdır. Bunu böyle bilelim. Yalnız İngilizce Bilmekle Adam mı Olunur? Oralardan hep bir yabancı hava esiyor “İngilizce bilmeyen adam değildir” diye. Halk ne yapsın? Kendisinin de adam olduğunu göstermek için asıyor dükkanına bir İngilizce bozuntusu isim. “İtibarım artar” zannediyor. Ama artık öğrenmelidir ki “Yalnız İngilizce bilmekle öğünmek, diline “Anglomanlıca” özenti laflar sokuşturmak, işyerine İngilizce ad takmak ve de bütün bunlara temelden yol açan yabancı dille eğitime rağbet etmek, onu desteklemek” haysiyetini kaybetmişliğin, sömürge kafalı olmuşluğun baş göstergeleridir. Biliyorsunuz Türkiye’de Bakanlar Kurulu sık sık değiştiği için, yeni bakanların resimleri çıkardı 20 sene evvel Milliyet Gazetesinde; Türkiye’ye geldiğimizde bakardık resimlere. Vesikalıkların altında yazardı “Evlidir, iki çocuk babasıdır, İngilizce bilir” diye. Biz de diyoruz ki, “Allah Allah! Başka ne bilir acaba? Mühendislik bilir mi? İktisat bilir? Devlet idaresi bilir mi? Hukuk bilir mi? Bunlardan bahis yok. Demek ki İngilizce bilmek Bakan olmak için baş marifet sayılıyor! New York’un Harlem mahallesinde bir sürü gariban zenci var, onlar da İngilizce biliyor Bir adam İngilizce biliyor diye methedilir mi? Biliyorsa bilsin bana ne? Meraklıysa bilsin; bilmesin demiyoruz. İşine yarıyorsa kolayca öğrenirsin gerektiği kadar. Ama bana önce, “senin bilimden, matematikten, bilgisayardan haberin var mı? Türk tarihini ne kadar biliyorsun? Türk dilini iyi kullanıyor musun? onlardan haber ver. Adam Türk üniversitesine öğretim üyesi olacak, İngilizce’den imtihana giriyor. Bakalım bir Türkçe’den imtihan et, aday Türkçe biliyor mu? Sözüm ona “Türk” üniversitesi olan yerde Türkçe bilmeyen hocanın işi ne? İngiltere Dil Ticaretiyle Geçiniyor Bundan 5-6 sene önce Lordlar Kamarası üyesi bir İngiliz dedi ki ”Bizim en büyük kazancımız, İngilizce’den” dedi. İngiltere bugün, başka devletlerden İngilizce öğrenmek için gelen öğrencilere açtığı kurslardan ve İngilizce öğrenmeyi sağlayan şeylerden geçimini sağlıyor. İngilizce Öğrenmenin Yolu Kişinin mesleğine göre değişen, ona göre gereken bir yabancı dili, o mesleğe yetecek tarzda öğrenmesi çok faydalıdır. Peki, böyle bir yabancı dili öğrenmenin en kestirme, en iktisadi, en doğru yolu nedir? Kendi aklının kendisi sahibi olan, yani Uganda, Filipinler gibi sömürgeleşmemiş tüm dünya ülkelerinde yabancı diller gece veya yaz kurslarında, görsel-işitsel dil laboratuarlarında, okullarda ayrı yabancı dil derslerinde öğretilir ve gayet iyi sonuç alınır. Avrupa’sı olsun, Asya’sı, Güney Amerika’sı olsun, yabancıların oyunlarına gelmemiş hiçbir ülkede yabancı dil öğretiyoruz diye ülkenin dilini kaldırıp atıp da okullarda çeşitli dersleri yabancı bir dilde yapmak şeklinde bir yabancı dil öğretme yöntemi yoktur. Her yerde bu yabancı dil eğitimi yerine yabancı dille eğitim bir ülkeye, bir ulusa yapılabilecek en büyük hainlik, en büyük alçaklık ve bir insanlık suçu olan “kültürel soykırım” sayılır. Dolayısıyla her bağımsız, her şerefli ülkede yabancı dille eğitim o ülkenin anayasasına ayrıdır, bu konuda hiçbir taviz verilmez. Türkçe Giderse Türkiye Gider! Nerde görülmüş ki, bir milletin insanları 100 yıl önce, hatta 50 yıl önce yazılan dilini anlamasın? Nerde görülmüş ki, insanların kullandıkları kelimelerin sözcük de desen olur. O da Türkçe cinsine göre siyasi tavırları, bağlantıları, hatta dine karşı tutumları belirlensin? Olamaz! Böyle garabetlere Türkiye’den başka bir yerde rastlamak mümkün değil. Türkçe’nin başına gelenler, hızla gelmekte, getirilmekte olanlar, aynı zamanda Türk milletine neler yapılmış olduğunun, Türkiye’nin başına da neler gelebileceğinin birer açık seçik göstergesi. Bizim tarihimiz 10 bin yıllıktır. İsteyen dışarıda gelsin, kendisine ispat edeyim. Hatta yeni buluşlar bunu inanılmaz eskilere, 80 bine kadar götürmektedir. İnanılmaz bir şey.. Tarihin en eski milletiyiz ve dilimiz tarihin en geniş ve en eski dilidir. Bunları Atatürk, zamanında, Türkçe’nin ne kadar yaygın olduğunu, tarihteki kavimlerin birçoklarının dillerinin Türkçe olduğunu, bazen ispatlayacak şekilde bazen de belki sezgiyle söylüyordu. Dünyada gelmiş geçmiş en büyük medeniyeti kuran kimlerdir, biliyor musunuz? Şu an Çin sınırında, fiziken de katliamdan, soykırımdan geçirilmekte olan Uygur Türkleridir. Uygur Türkleri, binlerce yıl evvel, o zamanın çok yüksek teknolojisini, o zamanın bugünler için de hayret verici derecede tarım teknolojisini, sulama tesislerini, edebiyatı, felsefeyi ve bilimleri icat etmişlerdir. Bu gelişme zamanla ondan sonraki Türk Devletlerine geçmiş, ondan sonra İslamiyet’in kabulü ile bu medeniyet, bu Asya Medeniyeti, bu derin ve köklü medeniyet, İslam Dünyasına getirilmiştir. Eğitimin gayesi, insanı kendisi ve toplumu, halkı, milleti için değer yaratacak düzeye getirmektir. Fakat eğitimin bir ikinci gayesi daha vardır. Onu pek söyleyen yok. Birincisini de pek yok ama dahi neyse; ikincisini söyleyen hiç yok Eğitimin ikinci gayesi ise, bir milletin geçmişiyle geleceği arasında köprü kurmaktır. Yoksa geçmişine bir makas atıp ondan sonra toplumun köksüz, darmadağın bir kuru kalabalığa dönüşmesini sağlamak değildir. Adam Türkiye’de, Türk şirketi, eleman arıyor. İngilizce ilan vermeye başladılar, 70’lerde. Milletimiz “Ha, İngilizce öğrenmezsem iş bulamam, dosdoğru iş yapamam” havasına kasten sokuldu. Roma İmparatorluğunun İngiltere’de, İngilizlerin sömürgelerde yaptığından sonra, Fransızlar aynısını Cezayir ve Tunus’ta yaptı. Bugün Tunus’ta Arapça kalmamış. Dedesini İngiliz Holiganı Zannedenler İşte Batılı için, İngiliz için güzel teknik! Bir ülkenin dilini, eğitimini yabancı dille eğitime dönüştürürsen, bir nesil sonra iş bitiyor. Sadece Tarzan İngilizcesi bilmekle adam olunmaz, ancak bir Anglo-Sakson sömürgesinde sömürgecinin hizmetkarı olunur. “Osmanlıca” sözünü geçen asır İngilizler icat etti. Her dilde devletin idare dili, hukuk dili, ayrıca tıp dili, bilim dili ile halkın köydeki, kentteki gündelik dili arasında büyük mesafe vardır. Bu eğitimle kapatılmaz mı? Ey Türkçesevenler yani vatanseverler, Türk kimliğini sevenler! Şu ilkelerde kesinkes birleşmeliyiz. ü Birinci İlke Osmanlıca, öz Türkçe diye bir ayrım kabul edilemez,. İkisi de Türkçe’dir. Türkçe’nin her lehçesine, her düzeydekine, eskisine, yenisine sıkı sıkı sarılalım. ü İkinci İlke Tasfiyeciliğe “Hayır”, zenginleştirmeye “Evet”. ü Üçüncü İlke Her yeni kavrama, her bilim/teknik dalına Türkçe terimler, Türkçe’nin matematik gibi keskin ve kudretli olan kurallarına göre türetilecek, türetilmiş olanlar kullanılacaktır. Bu, aynı zamanda Atatürk Milliyetçiliğinin de temel ilkesidir. Türk vatanseverleri/yurtseverleri, Türk ve Atatürk milliyetçileri/ ulusçuları Türkçe’ye sahip çıkmak, Türkiye’ye Türk Kimliğine, Kültürüne, Türklüğe sahip çıkmak demektir. Birbirimize düşmekten vazgeçeceğiz ve birilerinin İngiliz atıyla Üsküdar’a geçmesine izin vermeyeceğiz. 1970’lerde Amerika’da bir çok Türk dernekleri kuruldu. Bu derneklerin birinci amacı bence, oradaki Türklerin, oraya uyum sağlamakla birlikte, Türk kültürünü, Türk dilini unutmamaları, çocuklarına da öğretmeleridir. Gaye budur ve öyle olması gerekir. Sonradan, derneklerle temasım kalmadı, çünkü vaktimin çoğunu Türkiye’de geçiriyordum. Birkaç sene evvel bir de baktım ki, eskiden Türkçe olan dernek bültenleri baştan aşağı İngilizce olmuş. Baktık, o manada Türkler arasında toplantı oluyor ama konuşmalar, tartışmalar İngilizce. “Arkadaş, sizin işler Türkçe olurdu? Ne oldu şimdi?” Ne dese beğenirsiniz? Bakın buna dikkat ediniz “Bize Washington’daki Türkiye Büyükelçisinden yazı geldi. “Bundan böyle yazışmalarınızı, toplantılarını, konuşmalarınızı İngilizce yapın” diye. Anlaşılan, sistemli bir şekilde, birileri yalnız içeride değil, dışarıda da Türkçe’yi bitirmeye çalışıyorlar. Türkler bir uyansa Avrupa’nın işi bitti, Avrupa bizden yardım dilenecek. Aman ne olur sizin birliğinize, gümrük birliğinize girelim diye gelip kapımıza yalvaracaklar. Onun için adamların niyeti “Türk” lafını tarihten silmek. Silmek için yapacağın iş bellidir Eğitim dilini İngilizce yaparsın, bir iki nesil sonra Türkçe biter. Türkçe bitince “Türk” lafı biter. Ne Türk kimliği kalır, ne kültürü, ne tarih bilinci, ne kendi ülkülerin. Gayet basit. Tarihte misali çok. Irkçılık bir safsatadır. Biz “Türk milleti” dediğimiz zaman biyolojik değil, “kültürel genler”den bahsediyoruz. Atatürk yalnızca “Ne Mutlu Türküm Diyene” dememiş, sözün baş tarafını kesmişler. Aslında “Türk demek Türkçe demektir, ne mutlu Türküm diyene” demiş. Bu ülkenin bütünlüğü için, ortak gayelere yürümemiz için bir resmi dili vardır. Türkiye’mizde de bu, Elhamdülillah, Türkçe’dir. Türkçe deyince ayrım yapmamalıyız. “Osmanlıca”sı da, “öz Türkçe”si” de hepsi Türkçe’dir. Parlamenter lafına gelince. Bu feci bir vaziyet. Eskiden bunlara “mebus” denirdi. Sonra “milletvekili” oldular. Şimdi son zamanlarda, üç-beş yıldır bir de bakıyorsunuz televizyona çıkıp “biz parlamenterler”, “parlamento” laflarıyla kendilerine sözde Avrupalı süsü veriyorlar. Şimdi biz diyoruz ki, bu kelimelerin Latince, İtalyanca kökeni “boş laf üreten” manasına gelir. “Parlamento”da, “boş laf üretilen yer” manasına gelir. Kendilerine bu kelimeleri uygun görüp Avrupalı havalarına girenleri uyarıyorum Bu millet boş laf üretenleri değil, vekillerini bekliyor. “Protokol” kelimesini de böyle özentiyle kullanıyorlar. Bunun karşılığı “teşrifat”tır. Osmanlı divanını çağrıştırıyor ve ne kadar zengin kelime. Ayrıca bu “Ambulanslar”ın önünde eskiden “Cankurtaran” yazardı. Son yıllarda birden bire büyük bir özentiyle “Ambulans” yazılmaya başlandı. Ondan sonra da “Ambulance” yazmaya başladılar. Yahu ne oluyor? Bunlar da nereden çıktı? Bizdeki “cankurtaran”ın manası açık. En az 10 bin sene dünyanın birçok yerinde yurt tutmuş olan Türkler ırk olarak çoğu kez birbirine benzemez. Ancak bir takım kültür unsurları devam etmiştir. Ben buna “kültür genleri” ismini taktım. Bunları yok edersen o milletin adını tarihten siliyorsun. Adamların derdi buralarda Türk-Müslüman lafzı bırakmamak. *****Türk eğitim sistemi bir anlaşmayla teslim edilmiş. İsmet Paşa Amerikalılarla anlaşma yapmış. Demişler ki Milli Eğitim Bakanlığında 8 kişilik bir kurul olacak. Dördü Türk, dördü de Amerikalı. Ama dört Amerikalıdan biri Amerikan elçisi ve onun oyu iki sayılıyor. 1945’den beri onların marifetleriyle Türk Eğitim sistemi dünyanın en rezil eğitim sistemine dönüştürüldü. Diğer bir ifadeyle eğitimsizleştirme sistemi geldi.*****…. Ayrıca “turizm” yani “gezim” ayağına Türk yer isimlerimizi yabancı dile çevirip sonunda vatan topraklarını yabancılara peşkeş çeken kafa oluşturuldu. Amerika sadece iki şey üretir Biri silah ve bunu satacak yerler icat eder, her tarafta bir takım ufak harpler, iç harpler çıkarır. Fransa, İngiltere, Rusya da bunu yapıyor. En çok Amerika yapıyor. ABD’nin ürettiği ikinci şey film. Bunun içine televizyon dizisi, pop müziği, sinema da dahil. Aslında bu “film” öbüründen daha güçlü bir silahtır. Çünkü milletin beynini ve gönlünü mahveder. Bunları üretir, başka bir şey üretmez. YÖK Kuruldu, Bilim Bitti 1980-82 döneminde Türkiye’de en önemli iki şey olmuştur; Birincisi Türkiye’de yerli sanayi kurma “şak” diye kesilmiştir. Bununla bağlantılı aynı sıra ikinci bir olay var YÖK kurdurulmuştur. “YÖK’ün kurdurulmasının sonucu nedir?” Üniversitelerde araştırma adeta yasak edilmiştir. Yasak demeye gerek yok, fiilen nerdeyse yasak hale getirilmiştir. Araştırma yapamazsın, yaparsan da bir sürü dert alırsın. Fizik, kimya gibi konularda bile sahici araştırma yapanın başı derde girer. Gıcık bir konu olması gerekmiyor. Araştırma yapmak yerine 40 saat ders verip para alacaksın. Dünyada böyle bir şey olmaz. Böylelikle üniversiteler bitirilmiştir. Üniversitelerde bugün bilim de yoktur, eğitim de yoktur. “Peki niye Üniversiteler bitirilmiştir?” Biz hatırlıyoruz 70’lerin sonlarına kadar millet iki kelime ile “faşist, komünist” birbirine düşürülüyordu, bombalar patlıyordu. Bu anarşi olaylarına rağmen üniversitelerde araştırma, bilim, teknik havası başlamıştı. Sanayiler yerli imkanlarla kurulmaya çalışılırken örneğin bir plastik fabrikası kurulacağı zaman üniversiteden konuyla ilgili kişilere araştırmalarını yaptırıyordu. Bir taraftan sanayi durduruldu. Yerine gezim turizm yerleştirildi. Gana’ya İngilizler aynı modeli sokmuşlar. “Canım sizin yapmanıza gerek yok. Biz size satarız. Siz turizmle geçinin” demişler. Türkiye’de sanayinin durdurulması, aynı zamanda üniversitelerin –araştırma bilim, teknik- bitirilmesi suretiyle sanayi kuracak, teknoloji geliştirecek insan gücünün engellenmesi “muz iktisadiyatı”na dönüşümü hazırladı. Üzülerek söylüyorum, Türkiye’de bugün artık meslek sahaları kalmamıştır. Mühendisler, elektrik, makine hele de temel bilimlerde öğrenim görenler meslekleriyle hiç alakalı olmayan işlerle uğraşmak zorunda kalıyorlar. Avrupa’dan makine alacağız. Kumaş dokuyacağız; Avrupa’dan makine alacağız. Şimdiye kadar dokuma tezgahları için verilmiş olan döviz dışarıya satılan tüm dokuma ürünlerinden alınan dövizden daha fazla imiş! Nitekim dokuma ürünlerini de, “Çin, Pakistan’dan daha ucuza alırız.” Dediler. Dokuma ürünlerini de almadılar ya da kota koydular. Gezimi de 2 günde 2 kelime ile durdurdular. Üniversiteler Eğitim, Araştırma ve Bilgi Üretme İşlevleri ve Ülke İktisadı ile Etkileşimleri Üniversitelerin yani Türkçe’siyle “evrenkent”lerin içiçe, birbirinden ayrılmaz iki görevi vardır; ya da böyle olması gerekir Öğretim üyesi bu ikisinde de faal değilse bilgisi kalıplaşır, yaratıcılığı körlenir, bilim heyecanı azalır, yeni yetişenlere de bu heyecanı sirayet ettiremez olur. Ayrıca, en iyi öğrenme bir işi yaparak öğrenmektir. Kişi kendi çabalasın, sorgulamayla uğraşsın ki konu beynine malolsun, bu yoğrulmadan yeni fikirler, yaratımlar çıksın. Dolayısıyla, doktora seviyesine önemli bir yer düşüyor. Doktorada araştırıcılık ruhu gelişir, öğrenci sorgulayıp çözümler ürettikçe özgüvenini arttırır veya kazanır. Artık karşılaştığı her meselede çareyi ondan bundan mesela yabancı uzmandan, devlete geldiği zaman IMF`den beklemez olur. Doktora eğitiminin ülke iktisadına da büyük katkıları vardır. Evrenkentlerde yapılan araştırma/geliştirmeler, doktora öğrencileri olmadan fazla ilerlemezdi. Burayı dikkatle biraz açalım a Evrenkentteki araştırma faaliyetlerinin gerçek katkısı ne zaman, ne kadar, nasıl var veya olabilir? b Doktora eğitiminin katkısı varsa, örneğin Türkiye’deki şu an mevcut doktoralı kişi sayısı ile iktisadi gelişme arasında nicel bir bağıntı bulabilir miyiz? a Bir çok ülkenin bir dış siyaseti, iktisadi siyaseti, bunlara bağlı olarak da bilim/teknik araştırma/geliştirme siyasetleri var. Japonya, gibi ülkeler 5-10 yıllık hedef-tasarılar seçerler, oraya doğru yoğun bir gidiş olur. Bazı ülkelerin iktisadi yenilenme, yeni sanayi ve iş sahalarının açılması işte böyle araştırmalardan doğuyor. Devletin desteklediği ve eşgüdümünü sağladığı bu araştırmaların çoğu çeşitli evrenkentlerde yürütülüyor. Hedeflerini saptamamış ülkelerde ise, dağınık, amaçsız, “dostlar alışverişte görsün” kabilinden, doktora alınsın, doçent olunsun diye araştırma etkinlikleri görülebilir. Devlet, “yayın yapmak için yayını”, atıflar dizininde “citation index yayın saymak için araştırmayı destekler. Sonuçta ne ciddi bir iktisadi katkı, ne önemli bir sanayi hamlesi, ne uluslararası pazarlarda bazı açık veya eksikler bulup oraları tutma gibi gelişmeler, ne savunmada bağımsızlaşma gerçekleşir. Böyle amaçsız, hedefsiz, içinden dağıtılmış ülkeler olsa olsa başkalarının iştahını kabartan pazar-ülkeler olurlar. Sonunda, milli olması gereken her ülkede böyle eğitimlerini bile istismarcı yabancı ülkelere teslim eder, geleceklerini tehlikeye sokarlar. Ayrıca, evrenkentlerin her dalda toplumsal bilimler dahil sanayi ile, özel ve kamu kuruluşları ile, savunmayla etkileşim içinde olmaları gerekir. Örneğin tarih, siyasal, kültürel budunbilim “antropoloji” gibi dallarda bile, evrenkentlerde devlet destekli araştırmalar yaptırılmakta, bazı ülkelerin nasıl denet altında tutacakları, nasıl bölünmeler yaratılacağı, hedef, kimlik saptırmaları yapılacağı, her an nasıl iç ve dış dengelerin bozdurulabileceği, yeni Orta Asya’daki gibi ülkelerin nasıl nüfuz altına alınıp yeni pazarların açılacağı hesaplanmaktadır. “Destabilization” terimi Amerika’da halk diline kadar inmiş, bu “istikrarsız tutma, istikrar bozma” yöntemleri, tahmini pek de zor olmayan matematiksel bir bilim haline getirilmiştir. Şunu da ilave etmeli ki, sömürgeleşmiş veya resmen olmasa da sömürgeden daha acıklı duruma getirilmiş ülkelerde, ulusal hedefler, bağımsız gelişmeler oluşmasın diye sürekli tedbirler alınıp yetenekli, onurlu, ülke çıkarlarına bağlı kişiler devamlı olarak altta veya kenarda bırakılır; kişiliksiz, onursuz, şahsi çıkar düşkünü, yeteneksiz, yaratılıcılıktan yoksun, kolayca kullanılabilir kişiler kilit noktalara getirilirler. Türkiye’de sanayi-evrenkent işbirliği konusunda bazı önemli adımlar atılmış, mesela “KOSGEB”ler kurulmuştur. Bunların iktisadi katkılarının olacağından kuşku yok. b Yukarıda bahsedilen türde bütün araştırmalarda doktora öğrencilerinin rolü büyük. Şimdi gelelim ülkedeki doktoralı sayısına. Tanzimat’tan beri zaman zaman Batıya binlerce öğrenci göndermekten medet umuldu. Sonuç meydanda. Dışarıda öğrenci okutulduğu söyleniyordu. En son bir yerde okudum, 200 bin olmuş. Bir öğrencinin masrafını yıllık 30 bin dolar olarak kabul edersek, bu senede 6 milyar dolar demektir. Beş yılda 30 milyar dolar. Bu meblağı, Türkiye’deki bütün evrenkentlerin toplam bütçesiyle karşılaştırmanızı isteyeceğim. Eğer bu 6 milyar doları bu iş için harcıyorsa bir ülke çok büyük gayelerin olması lazım. Bu öğrencilerle `şu sanayii kuracağız, şu teknolojiyi geliştireceğiz’ diyen yok tabii. Bu insanlarımız Türkiye’ye dönseler bile imkan yok. Oralarda kalmayı tercih ediyorlar. Beyin göçü ortaya çıkıyor. Bu öğrenciler sayesinde o sıralarda mali sıkıntı için olan o ülkelerin evrenkentleri ihya oldular; araştırmaları için önemli genç bilimadamı ihtiyaçları da bu suretle temin edilmiş oldu. Beyin göçünün nedeni 1980’den sonra yani YÖK’ün kurdurulmasının ardından Türkiye’de bilim ve araştırmanın bitmesidir. Bilim adamı araştırma yapmak için uğraşacakken, ders başına para alarak 40 saat ders veriyor haftada. Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir şey yoktur. Ne zaman ki bir ülke perişan hale düşer, o zaman o ülkenin vatandaşlarını görmeye başlarsınız Amerika’da. Türkiye bu açıdan rekor kırıyor Amerika’da. Zaten eğer bir milletin sayısı bir çevrede artmaya başlarsa, aşağı yüzlerce öğrenci varsa, mesela Almanya’dan birkaç tane vardır, yoktur. O da özel bir alanda öğrenim görmek için gelmişlerdir. İşin garibi, Amerika’da fen/teknik konularında doktora öğrencileri evrenkentlere para vermezler; bilakis öğrenciye mali destek sağlanır. Çünkü yapılan araştırmanın iktisadi ve yan faydaları ülkeye kalmaktadır. Bu destek, kendini ispatlayan yabancı öğrencilere de verilir. Ama Türkiye illa da o ülkelere her öğrenci için para vermekte adeta ısrar etmiş, araştırma yardımcılığı bulan gençlerimize maaş, burs kabul etmemelerini emretmiştir! Peki, ülkemizin yaptığı bu büyük fedakarlıkların Türkiye’ye faydası? Biliyorsunuz, evrenkentlerimizde en ufak bir alet almak için üç kuruş bulmak bile hayli maharet isteyen bir iştir. Dışa giden bu büyük paraların onda biri yurtta araştırma, yerli Türkçe bilimsel yayınların teşviki vb. için ayrılsa kuşkusuz bir gelişme olacak, iktisadi katkılar da artacaktır. Ama bunun için Türkiye’nin hedeflerinin tespiti de şarttır. Yurttaki doktoralı sayısı ile iktisadi, bilimsel, hatta kültürel gelişme arasında en az doğru orantılı, nerde kaldı ki daha yüksek üslü bir matematik bağıntı bulunabileceği beklenemez. Nedenleri 1 hedefsiz hedef, bilim ekolleri yaratıp dünyada söz sahibi olmak da olabilirdi dağınık araştırma etkinlikleri; 2 dış doktoraların tesadüfen seçilen veya dışarıda verilen konularda, başkalarının çarklarına, dişlilerine yağ olacak nitelikte yapılması; çoğu kez çarkın kendisinin bile fark edilmemesi. Sonuç olarak Türkiye’nin içinde ve dünyadaki hedeflerini kısa, orta ve uzun vadeli olarak seçmesi; bu seçimde Türkiye’nin, dış odaklarla bağlantılı olarak şerrine değil de, hayrına kafa yoracak, çalışacak onurlu, yetenekli, kendini yurduna adamış kimselerin görev alması gerekmektedir. Bu hedefler doğrultusu başta olmak üzere evrenkentlerimizde gerçek yaratıcılığa yol açacak araştırma ortamlarının, kütüphanelerin, Türk Dünyası için Türkçe yayınların, ayrıca dış dünya ile iletişim ve bilgi alışverişini arttıracak dış yayınların yayın için yayın olmaması koşuluyla geliştirilmesine ağırlık verilmelidir. ŞEHİRLER İNSAN İÇİN Mİ, ARABA İÇİN Mİ? Şimdi “demiryolu” deyince raylı ne varsa hepsini kasdeceğiz; tramvay, yer altı, şehirlerarası katarlar vb. Hele geriye dönüp bir bakalım. Son iki büyük, Sultan Abdülhamit Han da, Atatürk de demiryollarına çok önem verdiler. Birincisinde İstanbul’un iki yakası da tramvay ağlarıyla örüldü. Belki de dünyanın ilk yeraltısı, Karaköy tüneli yapıldı. II. Cihan Harbinde savaş araçları üreten dev oto sanayii, özellikle GM “General Motors” şirketi, 1947’den sonra fabrikaları atıl kalmasın diye araba işini yaymaya, halkta bir araba tutkusu yaratmaya karar verdiler. O zamana kadar her tarafı tramvay kendi tabirleriyle “trolley” ağlarıyla örülüydü. O kadar ki, taa Pasifik Ummanı kıyısı Kaliforniya’dan doğuda Atlas Ummanı’na kadar tramvay değiştire değiştire gidilebilirmiş. GM şirketi ufak tramvay şirketlerini birer birer satın alıp sonra da iflas ettirmiş, tramvay raylarını söktürmüş. Çocukluğumda İstanbul’un da her iki yakası tramvay ağları ile örülüydü. Bağdat Caddesi’nin kenarından Bostancı’ya dek tereyağı gibi kayıp giderdin. Ne seyrüsefere mani olur, ne bir şey. Şimdi aynı caddede lüküs arabasının içinde dur kalk, dur kalk sinir buhranları geçireni bir yandan, yağmurda çamurda otobüs dumanlarından boğulan, perişan bekleşenlere bir yandan insanın acıması geliyor. İşte hesap sormaya sormaya bu hallere gelindi. Şimdi İstanbul’da arabası olan perişan, olmayan perişan. Amerika bile sonunda toplu taşımacılığa, demiryollarına pay ayırmaya bugünlerde mecbur kalmaktadır. New York dahil bütün şehirlerinde araba keşmekeşini önleyici yönetim tedbirleri zaten çoktandır vardı. Bizde ise İstanbul, Ankara gibi şehirler bile böyle herhangi bir tedbire rastlanmıyor. Bir an evvel bazı tedbirler alınmazsa şehirlerimiz toptan kilitlenecek, insanlar çıktı egzoz gazlarından topyekün zehirlenecekler. Zaten şimdiden işe 1-2 saatte ancak gidiliyor. Sadece bunun verdiği iktisadi zararın haddi hesabı yok. İktisatçılarımız niye bu zararın mali boyutunu oturup hesaplamıyorlar? Mühendisler niye karayolunun bir kilometresi maliyetine 5 km demiryolu yapılacağı gibi hesapları yapıp halkın gözünün önüne sermiyorlar? Niye tercihli otobüs yolundan bir hafif tramvay hattı geçirilmiyor? Niye araba otobüs kısıtlanıp böyle tramvaylar yapılacağına çok daha fazla maliyeti olan yer altı “metro” düzeni için yıllarca uğraşılıyor? İstanbul’da sahiller doldurulup geniş otoyolları yapılırken niye az yer kaplayan raylar da konulmuyor? Yakıt artışları azalmasın, araba ithaline dokunulmasın, ahali araba alışkanlığından sapmasın diye mi? Unutmayalım ki, neftyağı üretimi neredeyse olmayan bir ülkenin insanlarını oyuncak sevdası gibi arabalarla meşgul eder, kaynaklarının önemli bir kısmını dışa yakıt ve araba parçaları için aktarırsanız, o ülkenin ileriye dönük, onu önemli bir dünya devleti yapacak temel yatırımları yapmasını da engellemiş olursunuz. İşte öyle bir ülke sonunda bütçesinin yüzde kırkını sonra daha da fazlasını dış borç faizlerine öder, varını yoğunu, fabrikalarını, santrallerini, limanlarını ve hatta vatan toprağını yabancılara satar, gençlerinin eğitimini bile İngiliz gibi insanlıktan uzak, hunhar milletlere havale eder, sonra da tarihten silinip gider. ULUSLARARASI İLİŞKİLER Yıllardır Avrupa’sı, Amerika’sı bastırıyor “Kıbrıs Sorunu” diyor; “Ege Sorunu” diyor; sözde “Kürt Sorunu” diyor. Bizde de birileri yıllardır, gelenin gidenin önünde ezilip büzülüyor; “Afedersiniz efendim”, “Özür dileriz efendim”, “Ödevimizi yaparız efendim” diyorlar. Otuz küsur yıldır bendeniz ise, naçizane diyorum ki “Bu tavrı takındığınız takdirde, ne kadar haklı olsanız, davayı baştan kaybedersiniz”. Takınılacak tavır başkadır Türkiye’nin “Kıbrıs Sorunu” yoktur. Türkiye’nin Yunanistan’la babamın memleketi Batı Trakya Sorunu vardır. TV’den yeni öğrendik Batı Trakya’nın Batı Paşaeli’nin kuzey Türk köyleri meğer 67 yıldır birer tehcir kampı, birer hapishane imiş. İçerdekiler köy dışına ancak özel tezkereyle çıkabiliyor, kimse bu tel örgüyle çevrili köylere giremiyormuş. Türkiye’nin “Ege Sorunu” yoktur; Yunanistan’ın Lozan’a rağmen adaları askeri üs haline getirme sorunu vardır. Türkiye’nin “Kürt Sorunu” yoktur. Türkiye’nin Kerkük Türkmenleri Sorunu vardır. Avrupa’ya gelince Türkiye’ye “insan hakları” dersi vereceğine, Avrupa önce Bosna’da, Cezayir’de, Kosova’da yaptırdığı katliamların hesabını vermelidir. Batı ülkeleri, sözde “Ermeni Soykırımı”nı değil, Ermenilerin Azerbaycan/Karabağ’da daha yeni yaptıkları gerçek soykırımı gündeme getirmelidirler. Türkiye’nin Savunması Dolayısıyla birinci ilkemiz Dünyanın neresinde olursa olsun, oralı Türk, buralı Türk, nerede bir Türk’ün kılına dokunulursa bütün Türkler, bütün milletleriyle ve devletleriyle hemen seslerini duyurmalı, bütün uluslararası ortamlarda protestolar, bir sürü basın-yayın faaliyeti. Türkiye’nin savunması burada başlar Balkanlarda binlerce Türk’ü kessinler, Irak’ın kuzeyinde Türkmenlerin başlarını daha yeni hapse atsınlar. Olur mu böyle şey? Nerede Türk varsa onun hakkını hepimiz savunacağız. Uluslararası ortamlara gideceğiz, davalar açacağız, protesto edeceğiz, nota vereceğiz, ses çıkartacağız. Bir kere bu var; bunlar o kadar zor işler değil. Sadece çıkıp söyleyeceksin, bu kadar basit. Bütün mesele; şahsiyete, haysiyete ve aşağılık duygusu yerine kendine güvenmeye dayanır. Psikolojik bir şey, gayet de basit. Türkiye ve Türk Dünyası Üzerindeki İçten, Dıştan Tezgahlar Batı deyince, Rusya’sından bütün Avrupa’sı, bütün Amerika’sına kadar bizzat yaşayarak şunu gördüm ki en üst seviyesinden sokaktaki garibanına kadar hepsinin kafasında tek bir şey vardır “Endülüs’ü sildik, burası hala duruyor”. Bu acıklı duruma bizi “kültür mühendisleri” getirdi, bilhassa Amerika’nın, İngiltere’nin kültür mühendisleri yaptılar bu işi. Zaten bir ülke, bir millet içinden dağıtılırsa, topa, tüfeğe ihtiyacı kalmaz artık. Evet top, tüfek, lazerli silahlar, füzeler vb. vb de olmalı. Atatürk Ruhu Yerine “Sahte Sağ / Sahte Sol” 1960’lara kadar Atatürk ruhu hakimdi Herkes “Türk”tü, herkes “Atatürk milliyetçisi”idi. Sonra hava değişti. Kimi zannetti ki “milliyetsizlik fikri” Rusya’dan geldi. Hayır efendim sahtelerin ikisi de Amerika’dan geldi. Önce, 1960-1970’lerde Amerika’nın yarattığı sahte sağ ve sahte solla bölündük ve milli değerlerden uzaklaştırıldık. 1990’larda filmi, kaseti, sahneyi; ne derseniz deyin değiştirdiler; “komünist”, “faşist” lafları kalktı, bir çok ortaoyuncusunun da hakiki rengi ortaya çıktı. Bazı safiyan diyor ki “Efendim, bu adam vaktiyle komünist hücreler kurmuş, ordudan atılmış, şimdi Amerikancı kapitalist oldu. Be kardeşim, o zaman da Amerika’ya hizmet ediyordu, şimdi de. Farkı Eskiden “komünist rolü yap” denmişti, şimdi de “yeni dünya düzenci” kapitalist. Adam aynı adam, değişmedi; rol değişti. Bu durumlara iyi dikkat etmeliyiz. Bunlar hep “kültür mühendisliği” teknikleri. Aslında Batı birçok ince taktikleri de Selçuk ve Osmanlı Türkleri’nden öğrendi. Biliyorsunuz Makyavelli kitabının dipnotunda der ki “Bu numaraları Osmanlıların Bizans Tekfurları arasında düzenledikleri dolaplardan öğrendim” Meğer aslında Nizamülmülk’ün kitabını da okumuşmuş Asyalı mı, Avrupalı mı, Avrasyalı mı Olmak? Aslında biz hem Asyalıyız, hem Avrupalı, hem de Orda Doğulu. Bundan büyük nimet mi olur? Hangi millete nasip olmuş? Avrasya’nın, hatta şimdi Amerika kıtaları dahil kaç kıtanın en eski milletiyim; 10 bin sene ve daha öncesi; dili matematik gibi dil, yeni giren İngilizce bozuntuları hariç, kültürü büyük, tarihi büyük. Kaç imparatorluk kurduk. Onlar sadece öyle kılıç kuvvetiyle olmadı; üstün kültürümüzle oldu, bilim ve tekniğimizle oldu, idari nizamımızla, üstün maneviyatımızla oldu. Şimdi Türkiye öyle bir durumda ki, bir yanda bütün İslam dünyası var, bir yanda Türk dünyası, ta Japonya’ya kadar. Türk Dünyası’ndakilerin içinde komünizme rağmen Türk Müslüman şuuruna sahip olanları hayli fazladır. Öbür yandan biz Avrupa ile de haşır neşir olabiliyoruz. Dünyaya bak hem Asya, hem Ortadoğu, hem Avrupa. Hepsinde cirit atabilen böyle başka bir millet yok. Yani Allah bize öyle nimetler vermiş ki, biraz aklımızı kaşımıza alıp toparlanabilirsek dünyanın en büyük birkaç devletinden biri oluruz. Pek yakın tarihe dek öyleydik; gene oluruz. Avrupa’ya Çok Şey Öğrettik Açın bakın Orta Çağ sonunda bu Avrupa’ya, bu kara cahil, yobaz, temizlikten haberleri olmayan, vebadan kırılan perişan Avrupa’ya bilimleri öğreten Türklerdir. Matematiğin birçok dalını icat eden Türk matematikçileridir. Batıya cebiri de, kimyayı da, gökbilimi de, ruhbilimi de biz öğrettik. Kendimizi, tarihimizden, atalarımızdan aldığımız manevi güçle, ileriye bakarak toparladığımız zaman Batıya, dünyaya, gene çok şey öğretiriz. Bir taraftan Avrasya Türk dünyası ile ilişkilerimiz olacak, bir taraftan Avrupa ile, Uzak Doğu ile, hatta Güney Amerika ve Afrika ile ticaretimiz. Ayrıca İslam ülkelerinin sömürgelikten kurtulması için gene biz ağabeylik yapacağız; başkası yapamaz bunu. Şimdi Batı bunlardan çok korkuyor. Batı gizli gücümüzü biliyor da, biz bilmiyoruz. Batılı, Türklerin kendilerine güvendikleri zaman pek çok işi başardıklarını görüyor. İçerden engellemelere rağmen halk, bu millet, bir sürü iş becerdi. Hatta başka ülkelere işçi olarak gitti, işveren oldu. Onun için bu içerdeki ve dışarıdaki düşmanlar son derece endişe ediyorlar. Dolayısıyla bu düşmanlar, adım adım, bilhassa son 50 yıldır hızlanarak, “bu işi kökünden nasıl hallederiz?” ile uğraşmışlardır. Yıllarca haçlı seferleri yaptılar, bir türlü beceremediler bu işi; sonunda dediler ki “Biz bu işi içinden halledeceğiz. Bunları içinden bozarsak, Türklük ve Müslümanlık şuuru bırakmazsak ve nihayet birbirine düşürürsek, kim olduğunu, feleğini şaşırmış hale getirirsek, dinini, tarih şuurunu yok edersek, o zaman bu işi biz rahatça hallederiz”. Bu plan yürümektedir Türkiye’de. Fakat Türkiye’de ben vaktiyle şuna dikkat ederdim hani tahsil veya iktisadi olarak sözüm ona alt tabakaya doğru indikçe, yani gariban halka, köylüye falan indiğin zaman onlarda daha bir derinlik görürdüm. Yani o insanlarda daha derin bir kültür vardı. Çünkü biz Asyalıyız. Ve bizim binlerce senelik bir kültürümüz var. Bu kültür hala bozulmamış halkta yaşıyor. Gerçi bu güzel tabakayı da bugünlerde bozuyorlar ki, en büyük tehlike de buradadır. “Üst” tabaka zaten çoklukla bozulmuştur. Amerika’da, Avrupa’da Türkiye’dekinin tam tersi bir durum gördüm Oralarda üst tabaka bilgilidir, çalışkandır, yapıcıdır. Ama aşağıya indikçe indikçe ahali barbarlaşır, yabanileşir. Neden? Çünkü Batının kültürü birkaç yüz seneliktir. İşte bunlar, barbar kavimlerin elektronik cihazları yapmayı öğrenmiş –onu da devşirdikleri insanlar sayesinde yapmış- insanlardır. İşte Batı bizden aldıkları ilimleri bize karşı güç oluşturmak için kullanıp güçlendikçe bizi ortadan kaldırmanın yollarını aramaya başlamıştır. Bu işe özellikle 1700 başlarında soyunmuşlar. Fiziki olarak Türklerle başa çıkmamız mümkün değil demişler. Onun için biz olsa olsa bunları içinden yıkabiliriz demişler. Araştırmışlar, bakmışlar ki Türk’ün kuvveti tasavvuftan, gelenek ve göreneklerinden, insanlık anlayışı gibi hasletlerden geliyor. Dolayısıyla biz bunları içinden bozarsak bu işi ancak öyle hallederiz. Ne kadar sürer demiş İngiliz. “Biz, belki torunumuz da sonucu göremeyecek, ama biz ondan sonra için çalışıyoruz” demiş. İngiliz bu planla Hicaz’da Vahabilik gibi sahte bir mezhep kurdu. Şimdiki Suud kralları da bunların torunlarıdırlar. Vahabiler ilk iş olarak Hicaz’da bulunan 300-500 bin Türkü kestiler. İngiliz Hindistan’da da sahte Ahmedi mezhebini kurdu. 1838’de İngilizler dünyanın küreselleştiğine dair bir edebiyatla ve Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki bazı idarecileri satın alarak Gümrük Birliği anlaşması imzalattılar. İngiliz malları Türkiye’ye doldu. O zamanlar Ankara’nın nüfusu 90 bin civarındaymış, büyük bir el dokuma sanayii varmış ki, dünyaca meşhur kumaşlar üretilirmiş. Bu anlaşmadan 10-15 yıl sonra Ankara’nın nüfusu 30 bine düşmüş. Dokuma sanayiimiz ölmüş. Ardından Tanzimat Fermanı ile köşe başlarındaki bazı adamların da gayretleriyle çözülme başladı. Fransa’ya rasgele, amaçsız öğrenci gönderilip sahte sömürge aydınları yetiştirildi. Çare, elbette her yapılan alçaklığa son dakikada yarım ağız tepki göstermek “kınamak” değildir. Gülerler adama. Yıllardır, daha kimse bize sataşmadan, bizim kendi davalarımızı dünya kamuoyunda sürekli gündeme getirmemiz, Türkiye’de Ermenilerin yaptığı sayısız hunharlıklar, katliamlar için yapanların cezalandırılmasını ki çoğu hayatta, başka ülkelerde idiler, soyundan sopundan tazminat alınmasını istememiz gerekirdi. Daha yakın yıllarda Fransa’da, çeşitli ülkelerde elçilerimizi öldürenleri barındıran, üstelik de utanmadan iki de bir bize insan hakları dersi vermeye kalkışan bu uygarlık, insanlık fukarası Batı ülkelerine yıllardır niye dayatmadık? Fransa’ya Ne Yapmalıyız? 19. yüzyılın sonuna doğru Paris budalası bazı Osmanlı “monşer”leri aralarında Fransızca konuşur olmuşlardı. Etki alanını Anglosakson’a kaptırmasına rağmen, Fransız’ın en büyük başarısı duruyor. Osmanlı Devletinin idarecileri arasına sokulan 5. kol gizli cemiyet sayesinde, “mektep-i sultani” yani Galatasaray eğitimini Türkçe yerine Fransızca yaptı ve yapıyor. Fransızların, Türkiye’de hala etkili olmak için son ümitleri bu okul ve birkaç, rahibeli, misyoner okulu. Bunları kapattığın, hiç olmazsa eğitim dillerini Türkçe, öğretmenlerini de tümüyle Türk yaptığın an, Fransız canhıraş bir feryat atacak, acılar içinde inleyecektir. İşte Ermeni kışkırtıcısı, katliamcı, kültür, dil ve din emperyalisti Fransız’a yapılacak şey budur. Bak o zaman nasıl pişman olacaklar. Fransız’ın, Türk yumuşak topuğuna dokunduğun anda, Türkiye’deki Fransızca ile eğitimli okul mezunlarının bir kısmı diyecekler ki, “Fransız’a karşı duygusal davranıp da, kendimizi “bilim”den mahrum etmeyelim”. Lafa bak, dersleri Türkçe yerine Fransızca yapmakla bilim mi oluyormuş? O misyoner okullarından kaç tane gerçek bilim adamı çıkmış acaba? Var mı öyle bir şey? Hangi Avrupa Birliği? İngiltere, kuzeyde dağlı İskoçların sınırı Hadrian duvarına kadar Roma İmparatorluğunda kalıp dilinin %60’ı latinleşti tabii şimdiki örn. tıp dili %99 tam Latince. Kelt kavimleri tarih boyunca birlik olup bir tek devlet oluşturamadılar. Günümüzün Avrupa haritası, hala iki bin yıl önceki Kelt kavimlerinin haritası gibi. Kelt’lerin hemen hepsi Roma İmparatorluğu’nca fethedildiler. Ancak, Avrupa’da o zaman da, şimdi de önemli, ayrı bir durum daha var Cermen kavimleri. Batı Roma yıkıldıktan sonra Cermen göçleri Franklar, Engel ve Saksonlar, Lombardlar vb latinleşmiş ülkeleri değiştiremedi. Göçlerle gelen Ural-Altay/Türk kavimleri ise dillerini unutup eridiler. Cermen kavimleri bugün Almanya, Avusturya ve İsviçre’nin bir Alman lehçesi konuşan kuzey kısmı ile latinleşmiş Keltler arasındaki mücadele günümüze dek sürmüştür. Bazı Batılı tarihçilere göre Avrupa’daki birçok savaş, I. ve II. Cihan Harpleri dahil, bu eski Alman-Latin/Kelt ayrılık-gayrılığının birer devamıdır. Sözde “Avrupa Birliği” içinde de günümüzde kökleri işte böyle derin bir Alman-Fransız ve Alman-İngiliz ayrılığını görmekteyiz. Avrupa Birliği’nin önemli dili Almanca mı olacak, Fransızca mı yoksa İngilizce mi? Bunun sessiz savaşımı sürüyor. 1066’daki Norman istilasından beri süregelen Fransız-İngiliz en hafif tabiriyle `rekabet’i de cabası. “Avrupa Birliği”nin bir de “Hıristiyan Kulübü” olduğundan söz ediliyor. Hayret, hangi Hıristiyan Kulübü? Bu toplulukta Katolik’i, Ortodoks’u, çeşit çeşit Protestan’ı var. Bunlar o derece birbirlerine düşmandır ki, tarih boyu zaman zaman birbirlerine karşı Müslüman Türk’le bile anlaşmayı yeğlemişlerdir. Yakın tarihte Sultan Abdülhamid Han bu ayrılıkları çok iyi kullandı. Hala süren şu Katolik İrlanda ile Protestan İngiltere arasındaki kavgaya da bir bakın. Daha önce Katolik İspanya ile İngiliz İmparatorluğu arası savaşlar. Norveç ve İsviçre halk oylamalarına binaen AB’ye girmedi. İngiliz halkı bile AB’de ulusal egemenliklerinden vazgeçmek istemiyor. Fransa’da da aynı şekilde kuvvetli sesler yükseliyor. AB fikrinin arkasında yatan ülkülem “ideoloji” ile hiç de yeni olmayan, kökleri 1700’lere giden “Yeni Dünya Düzeni” arasında bağıntı var. Fransa’nın önemli bazı siyaset adamları son aylarda bu “Yeni Dünya Düzeni” oyununa karşı çıktılar. Ama Türkiye’de de olduğu gibi üstlerde birileri “Yeni Dünya Düzeni” ve onun kuyruğu AB’ye uluslarını, adeta emr-i vakilerle sürükleme peşinde. Bu üstlerdekilerin kime, niye ve nasıl hizmet ettikleri elbet bir gün belli olacak. İşte Türk Dünyası Böyle Oluşur? Türk Dünyası’nın yeniden oluşması için bütün Türk Cumhuriyetlerinde ortak Türk dili ve ortak yazı bir an önce gelişmeli, ortak Türkçe yayınlar Türk Dünyası’nın her köşesinde okunmalı, bu ülkelerin Türkçe TV’leri herkesçe seyredilmeli, her dalda yapılacak ortak kurultaylarda, bilimsel toplantılarda konuşmalar Türkçe olmalıdır. Bu hedeflere ulaşmak o kadar zor mu? Hayır, yeter ki gönüllerde istek olsun. Burada bir gazete, kitap çıktığı zaman bütün Türk Dünyası’nda okunabildiğini düşünün; bu eserlerin 250 milyon insana gittiğini düşünün. Osmanlı’daki gibi büyük bir millet olmaya sadece bu yeter. Lehçe farklılıklarına rağmen her Türk hepsini anlar, anlamalıdır. Ben suni yakıştırmalar olan “öz Türkçe”, “Osmanlıca” diye bir ayrım, bir bölücülük kabul etmiyorum; ikisi de Türkçe’dir ve o zaman Türkçe dünyanın en zengin dili olur. Ama Frenkçe, İngilişça bozuntusu “Anglomanlıca” laflar asla Türkçe olamaz. “Ambulans” gibi, “aktivite” gibi, “parlamenter” gibi her özentifikasyon kelime gönlü Türk olanın böğrüne bir diken gibi batar. Böyle sözcükleri kullanan ayıplanmalı ama aşağılık duygusundan kurtulması için kendisine yardımcı olunmalı. İçten, Dıştan Saldırılar Karşısında Türkiye Amerika, Avrupa, Çin, Rusya gibi kuvvetler arasında Türkiye’nin bağımsız bir denge siyaseti gütmesi gerekir. Her ülke ile ilişkilerimizin olması, bunların arasındaki dengeden faydalanmamız gerek. En son Sultan Abdülhamit Han, sonra da Atatürk “Denge Siyaseti” yaparak Türkiye’nin çıkarlarını korumuşlardır. Denge siyaseti olmadan, bir tek kuvvetin her dediğini yapmakla ülkedeki işler işte bu hale geliyor. Biz siyasetten bahsetmiyoruz. Siyasi şeyler gelir geçer, bunlar önemli değildir. Uzun vadede kültür genlerini binlerce yıl yaşatan kültür meseleleridir. Dildir, edebiyattır, tarihtir, bilimdir. Sovyetler dağıldığından beri Türk kurultayları yapılıyor. Kurultayda bazıları Rusça konuşurmuş, diğerleri İngilizce konuşurmuş. Böyle Türk kurultayı mı olur? İnsanlarımızın bağımsızlık ruhuna sahip olması lazım; özgüvenlerinin gelişmesi lazım. Deniyor ki “Dünyada bağımsızlığın önemi geçmiş”. Öyle bir şey yok. Her ülke kendi bağımsızlığına, kültürüne daha fazla sahip çıkıyor. Çünkü eğer her ülke kendi değerlerine sahip çıkarsa, ancak eşitler arasında bir kardeşlik ve küreselleşme olur. Aksi takdirde biri birinin kölesi olur. HIRİSTIYAN — MÜSLÜMAN İLİŞKİLERİ III. Dünya Savaşı çıkar mı? Nasıl çıkar, onun üstüne tahmini birşeyler diyebilirim. İnşallah çıkmaz. Tabii daha önemlisi İslam ülkelerine karşı bir “Hıristiyan Cihadı” açılmıştır. Yani, Haçlı Seferi. Bush Haçlı Seferi desin-demesin, olaya baktığın zaman bütün İslam ülkelerine karşı bir haçlı seferi görülüyor. “Peki 11 Eylül’de mi başladı?” “Hayır.” Bin yıldır böyledir. Ama bu son Haçlı Seferi yeni başlamadı. 100 senedir devam eden bir Haçlı Seferidir. Bu olaylar son noktayı koymadır. İslam ülkeleri zaten perişandır. Herbiri bir sömürge durumundadır. Hepsinin başında dışardan ayarlı krallar vardır. Sahte neft yağı petrol bunalımı olduğu zaman Amerika’da ahali diyordu ki, sokakta benzin kuyruğunda “Bu petrol niye Arapların oluyormuş? Gidelim oraları fethedelim”. Nitekim 20 sene sonra bir Körfez savaşı icat edip zaten denetimlerinde olan petrol bölgesine iyice yerleştiler. “Şimdi Körfez savaşının asıl sonucu nedir?” Dikkat edin. Yan ürün gibi görünen şey asıl sonuçtur. “O nedir peki?” Amerika Suudi Arabistan’ı ve Kuveyt’i fiilen işgal etti. Bir sürü askeri üssü, yüz binlerce askeri var çölün ortasında. Arapların da haberi yok. Amerika hem petrol bölgesine yerleşti hem de Suudi Arabistan ve Kuveyt’in hazinesini soydu. “Ben sizi korudum” bahanesiyle. Kral aileleri ağlaşıyor. Üstelik borçlandılar. Hem işgal edildiler, hem hazineleri soyuldu. Afganistan’daki savaşın da sonucu Amerika’nın bu sefer de Orta Asya, Kafkasya neft yağı, doğal gaz ve maden kaynaklarına ve o bölgeye yerleşmesi olacaktır. En başta da bu bölgelerin kapısı durumundaki ülkeler olan Türkiye, Pakistan, Afganistan var. Bizim aslında çok dikkatli olmamız lazım. Kabak bizim başımıza patlayacak. Avrupa’da Müslüman düşmanlığı tarihten beri çoktur. Ama Amerika’da Müslüman nedir, Türkiye nerdedir, bunlardan ahalinin pek haberi olmaz. Amerika’nın ahalisi cahil bırakıldığı için. Dolayısıyla da fazla düşmanlıkları da yoktu. Yeni kavram-formül ile birlikte Müslüman dünyası düşman ilan edildi. Amerika böyle karar verdiği zaman basın-yayına da 1-2 kitap yazdırırlar. Huntington gibi adamlara. Sonra bunların çığırtkanlığını yaparlar. Birkaç gün içinde aniden bir hava oluşuverir. Yani birileri düşman olarak gösterilir. Her zaman yapmışlardır. Dolayısıyla bu olaylar, bir başlangıç noktası seçmek gerekirse, 91’de bu lafların ortaya çıkmasıyla başladı diyebiliriz. Tabii öncesinde de planlanıyordu. Kimse sanmasın ki, 11 Eylül’de bir olay oluverdi de, ondan sonra ortalık karıştı. Öyle değil. Tüm olaylar adım adım düşünülerek planladı. Sizler de biraz düşünürseniz bir adımları farkedersiniz. Çok ciddi işler oluyor. Birçok uluslararası anlaşma tartışılmadan imzalanıp kabul ediliyor. Ama bunlar olurken milletvekili maaşları gündeme geliyor. Bilen birisi anlatsa da öğrensek işin hukuki tarafını, bir şey anlatan yok ki halka. Biz de diyoruz ki “Milletvekili maaşlarının anayasada işi ne?” Anayasa genel bir çerçevedir sadece. Sair ülke anayasalarına bak. Bir vatandaş olarak benim garibime gidiyor. “Anayasa da böyle ıvır zıvırın işi ne?” Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye’nin Geleceği Bu toplumun yeniden inşa edilmesi gerekiyor, çünkü bin parçaya böldüler bizi. Gelin dostlar, şimdi bütün ayrımcılıkları bir kenara bırakıyoruz; yok sağmış, solmuş, laikmiş, anti-laikmiş, başörtüsüymüş vb. bunları bir kenara bırakın; bu milletin hepsi, her ferdi, Türkiye Cumhuriyeti içinde olan herkes bizim milletimizidir. Benim zaten şimdiye kadar tek bir fırkam partim oldu –köylerde dedim de şaşırdılar- köylerde nutuk atıyordum “biz iktidar olunca –muzipliği seviyorum ya- şöyle yapacağız, böyle yapacağız” diye. Köylüler dediler ki “hangi parti, oy verilim”. Ben de dedim ki “vallahi, o partilerden anlamam, benim bir tek partim vardır, o da Türk Milletidir ve Türkiye Cumhuriyeti’ndeki her fert benim milletimdir”. Tarih Tahterevalli Gibidir… Şimdi Sıra Bize Geliyor Tarih bir tahterevalli gibidir. Bunun matematiksel denklemlerini yazabilirim. Beş yüz sene Batı tarafı yükselir, öbür tarafı aşağı iner, beş yüz sene de tersi olur. Şimdi sıra bize gelmiştir. Batı, Amerika’sıyla Avrupa’sıyla içinden çürüyor. Onun için sıra bize geliyor kimse merak etmesin. SERBEST PİYASA “Serbest piyasa” nedir ben size söyleyeyim Siz Amerika’da Türk malı görebilir misiniz gidin bakın Bazı büyük alışveriş merkezlerinde bir tek Türk malı görürsün, Ülker Bisküvi. Dünyanın her yerinde var. Türkiye’de Ülker Bisküvi Şirketi’ne çok büyük ödül vermek gerekir. Ama, en adi tüm Amerikan mallarını, şimdilerde, oradakinden daha yüksek fiyatlarla Türkiye’de bulursun. O halde, “serbest piyasa” ne demek oluyor? “Onlar bize istediğini satsın, bizden hiçbir şey almasın, kotalar koysun” demek herhalde. Böyle serbest piyasa mı olur? Böyle enayi memleketi nereden bulacaklar? Başka ülkeler “karşılıklılık ilkesi”ne dayanmayan ilişkilere razı olmuyor. Yabancı sermaye gelince Türkiye kalkınacaktı, kalkındık. Amerikan hamburgercileri çoğaldı. Amerika’nın işe yaramaz moloz mallarını doldur, hem kültürün, sıhhatin bozulsun millet olarak, hem de Amerikan şirketleri bu işten para kazansın. Gele gele böyle bir yabancı yatırım geliyor; üstelik bir gelirse, bin götürüyor. Dolayısıyla iktisat her gün biraz daha batıyor, batmaması mümkün değil. Yani siz şimdi hiçbir şey üretmiyorsanız, gitgide sadece dışarıdakilerin malını pazarlıyorsanız, reklamını yapıyorsanız, gençler de bu işler için yetiştiriliyorsa boyuna alıyorsun, hem de borçla; satacak bir şey yok, tesadüfen arada bir olsa bile almıyorlar ve bitiyor işin, bu durumda batmaman mümkün değildir; çünkü termodinamiğin birinci kanunu işliyor. Çatlasan mümkün değil; tabiat kanunu söylüyor bunu. Ben olsam, devletin başına gelecek, hükümetlerin başına gelecek insanların fizik ve matematikten de anlamalarını şart koşarım, o zaman kafa çalışır; tabiat kanunlarına ters laflar söylenmez. Ama, “bilim+gönül” formülümüzü unutmayalım. Kafa/akıl yetmez, gönül de lazım. Bilim, teknoloji, araştırma iktisadi gelişmenin baş motoru, o tespit edilmiş. Onlar yapıp bize satacaklar, biz de kullanacağız. Gittikçe fakirleşirsin, gittikçe borcun altına girersin; sonra da geliş toprağına varıncaya kadar neyin var neyin yoksa elinden alırlar. Sen ne yapıyorsun? Hedefler gerekli ve bir milli siyaset gerekli. Küreselleşen dünyada ulusal hedeflerin olması daha da önem kazanmıştır. Ben küreselleşmeye taraftarım, aslında Türkiye’de arasın benden daha küreselini bulamazsın, daha evrenselini bulamazsın. Ama küreselleşme, evrenselleşme, eşit haklara sahip olan aşağı yukarı eşitler arasında olur. Biri herşeyi dayatıyor, diğeri de herşeye eyvallah demek zorunda kalıyorsa ve buna da alışıyorsa o zaman bu küreselleşme değildir. Bunun adına sömürgeleşmek denmez de ne denir? Bir Ülkenin İktisadı Üç Günde Nasıl Çökertilir? Borsaya sıcak para geliyor ya dışarıdan, borsa yükseliyor. Bu işler Türkiye’de yeni olduğu için millet ne olduğunu anlamıyor. Böyle ufak borsayı birkaç kişi yönlendirebilir. Gayet kolayca. Şimdi o para gelince, bizim dışarıdan ayarlı basın, “Vay işte Borsa çıkıyor!” diye milleti heveslendirir. Garibanlar da gidip oraya paralarını koyuyorlar. Ama, borsa yükseldiği zaman bir miktar veya batırmak istedikleri zaman hepsini birden yabancılar çekip götürüyorlar. Milyarlarca dolar, zavallı milletin parası şak diye gidiyor. Yani götürülen para kimden çıkıyor? Vatandaşın oraya koyduğu ufak tefek paralardan çıkıyor. Hatta bu, her ülkede böyle olur. Birileri kazanıyorsa birileri kaybediyor demektir. Kazanan birkaç kişi, kaybeden de milyonlarca insan. Bunun kaidesi budur. Mesela banka hortumlanıyor, zarara uğruyor, yani batıyor, mevduat sahiplerinin bütün mevduatlarını devlet üstüne alıyor. Devlet ödüyor. Onun için bankaların battığını millet pek farketmedi. Amerika’da bir banka battığı zaman, nitekim 1992’de Amerika’da bin tane banka battı, bütün millet o bankalar önüne yığıldı, isyanlar çıktı, ortalık birbirine girdi. Bizde böyle bir şey görmedik. Niye? Çünkü bütün mevduat sahiplerinin parasını devlet taahhüt ediyor. Hatta bankanın başka kuruluşlara olan borçlarını bile üstüne alıyor. Böyle kanun hiçbir yerde yoktur. Amerika’daki bankalarda teminat eskiden 50 bindi, sonra 100 bin dolar oldu. 100 bin dolara kadar mevduatın sigortası vardır. Devletin arkasında durduğu. Ona ayrı sigorta olarak fon ayrılmıştır. Yani her banka sigortaya prim öder, onlar durur, devlet onu tutar. Ve böyle battığı zaman senin 200 bin dolarlık mevduatın varsa, 100 bin dolar kadar bu sigorta sana öder. Hiçbir yerde bankanın zararlarını, batmasındaki durumu tamamıyla devletin, yani milletin cebinden, destekleyip yerine koyduğu bir ülke yoktur. Bu kanunlar daha önce çıkmış, ayarlanmış. Ne demektir bu? “Gel, bankayı soy, hortumla!” demektir. Teşviktir. Para nerede? Bu parayı saklamak mümkün değil. Araştırsak başka bir ülkeye gitti. O ülkeye resmi bir müracaatta bulunursun. “bizim şu kadar paramız senin şu bankanda duruyor” diye. Bunu bulmak kolaydır. Onun sana iade edilmesi gerekir. Hiç böyle bir laf yok, paranın nerede olduğunu soran yok. İsteseler bulurlar. İnek nerde? Dağa kaçtı. Dağı alacak dolap yapılmadı daha. Yurt dışında bir iki ülkenin bankalarında ama, soran yok. MANEVİYATSIZ AKIL EKSİKTİR Batı zannetmiştir ki, akıl her şeyden üstündür. Oysa, bu düşünce eksiktir. Neden? Çünkü akıl bir uzuvdur. Nasıl insanın bacağı yürümeye yararsa, akıl, beyin de biyolojik bilgisayar gibi bir şeyleri hesap etmeye yarar. Mesela, Kastamonu’ya gitmeye karar verseniz, oraya giderken en kestirme kaç kilometre, ne kadar engebelidir, haritalara bakarak öğrenebilir, bunu bilgisayarda yapar gibi saptayabilirsiniz. Bu işin bilgisayarıdır. Ama bilgisayar Kastamonu’ya gitmek için bir karar verdirmez. Nereye gitmek istediğini sana söyleyen içindeki sestir. Yani, gönüldür. İşin manevi tarafı bir takım önemli kararları aldırır. Onsan sonra işin ayrıntısını, nasılını akıl bulur. Bilim ve Din Birbirini Tamamlar “Gönül” çok eski Türkçe bir kelimedir. 5-10 bin seneliktir. Vicdan, maneviyat, kalbin tamamını içerir. Çok köklü bir kelimedir ve Batı dillerinde karşılığı yoktur. Gönül terbiyesi görmemiş insanlar, evrenkentlerde üniversitelerde insanlığın hayrına bir takım araştırmalarla uğraşacaklarına hep milletlerin aleyhine, birbirlerinin kuyusunu kazma, fitne, fesat, dedikodu gibi işlerle uğraşırlar. Çünkü gönül yok ki, o akla faydalı bir şey yapmasını emretsin. Medeniyet Maneviyatla Kurulmuş ve Zenginleşmiş Batılıların “Pax Ottomana” dediği barış dönemini yaşatan Osmanlılardır. Batı tarihçilerinin yazdıkları iki tane barış dönemi var. Birisi Octavius Augustus döneminde, Roma İmparatorluğunun büyük barışı ki, “Pax Romana”, 100-150 sene sürdü. Diğeri, Osmanlı’nın ki 600 yıl sürmüştür. Bundan daha uzun bir barış dönemi yoktur. Osmanlı çekildi, her tarafta kan gövdeyi götürüyor. Osmanlı döneminde herkes birlikte, barış içinde yaşamıştı. Millet Şuuru Gönül ve Kültürle Olur Bu kadar kıtada bu kadar uzun yıllar faaliyette bulunmuş bir milletin başka ırklarla karışmaması mümkün değildir. Hatta karışmazsa ayıptır. Türk olmak, soyu, sopu, ırkı, kanı, biyolojik olarak Türk olmak demek değildir. Dünyada saf ırk diye bir şey yoktur. Amerika’daki zencilerin genlerine bakarsan yarısı beyaz ırka ait çıkar. “Kültür Genleri” ve “Mensubiyet Hissi” Önemli Demek ki, “kültür genleri” diye bir şey var. “Kültür Genleri” biyolojik genlerden çok daha kılıcı ve önemlidir. Kültür geni, kafa ve gönül meselesidir. Türkçe’nin ana dili bile olması şart değil, benimsemişsen, seviyorsan, kullanıyorsan, gönlünde dil bağı varsa o zaman Türk’sün. Din Değişince Kültür de Değişiyor Toplumun gönlünün unsurları var. Şahısta olduğu gibi. “Gönül” dediğimiz maneviyatta, çok önemli olan bir de dindir. Türk `milletlerinin’ Türk Dünyası büyük çoğunluğu Müslüman’dır. Müslümanlığın vecibelerini yerine getirmenin yanı sıra, Müslümanlığın kültürel tarafları da vardır. Bir takım gelenekler görenekler Müslümanlıkla içiçedir. Dolayısıyla dinini değiştirdiği zaman, insanlar tamamen değişiyor. Zira, din değişince kültür de değişiyor. ————————– SOOOOON Oktay Sinanoğlu, d. 25 Şubat 1935; Bari, İtalya - ö. 19 Nisan 2015; Florida, ABD Türk kimyacı, moleküler biyofizikçi ve biyokimyacı Türk bilim insanı. Babası Nüzhet Haşim Sinanoğlu'nun Türkiye Başkonsolosluğunda görev yapmakta olduğu İtalya'nın Bari şehrinde doğdu. 1939 yılında İtalya'da II. Dünya Savaşı'nın başlamasının ardından ailesiyle Türkiye'ye döndü. Oktay Sinanoğlu, 1953 yılında TED Ankara Koleji'nden birincilikle mezun oldu. 1953 yılında okul bursu ile ABD'ye gitti. 1956'da Amerika Birleşik Devletleri'nde, Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi'nin Kimya mühendisliği'ni başarıyla bitirdi. Ertesi sene MIT'de yüksek lisansını tamamladı 1957 ve Sloan Ödülü'nü kazandı. Doçentlik tezini tamamlamasının 1958-1959 ardından Berkeley'de kuramsal kimya alanında doktorasını tamamladı 1959-1960. Doktora danışmanı Kenneth Pitzer'di. 1960'ta Yale Üniversitesi'nde öğretim üyesi oldu. 1 Temmuz 1963 tarihinde kimya alanında tam profesörlük unvanı alarak, 20. yüzyılda Yale Üniversitesi'nde "tam profesörlük" unvanını en genç yaşta kazanan öğretim üyesi olduğu açıklandı. İlerleyen zamanlarda, son yüzyılda tam profesörlük unvanını alan en genç ikinci öğretim üyesi olduğu ortaya çıktı. Yale Üniversitesi'nin son 300 yıllık tarihinde tam profesörlük unvanını alan üçüncü en genç öğretim üyesi olduğuna inanılmaktadır. 1964 senesinde Yale Üniversitesi'nde teorik kimya bölümünü kurdu. Yale'deki görevi boyunca, "Atom ve Moleküllerin Çok-Elektron Teorisi" 1961[9], "Çözgeniter Kuramı" 1964, "Kimyasal Tepkime Mekanizmaları Kuramı" 1974, "Mikrotermodinamik"1981 ve "Değerlik Kabuğu Etkileşim Kuramı" 1983çalışmalarını gerçekleştirdi. 1988 senesinde, laboratuvar ortamında birleştirilecek olan kimyasalların, birleştirmenin ardından nasıl tepki vereceklerini öngörebilmek amacıyla, kendi geliştirdiği matematik teorilerine dayanan devrimsel bir yöntem olan ve "Sinanoğlu İndirgemesi"olarak adlandırılan yöntemini yayınladı. Yale'de 37 sene çalıştıktan sonra, 1997'de emekli oldu. Yale'de çalıştığı süre boyunca, çeşitli Türk üniversitelerine, TÜBİTAK'a ve Japan Society for the Promotion of ScienceJSPS'ye danışmanlık yaptı. 1962 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi mütevelli heyeti Oktay Sinanoğlu'na danışman profesör unvanı verdi. 1975 yılında çıkartılan özel kanunla devlet tarafından kendisine Cumhuriyet Profesörü unvanı verildi. 1966'da Kimya dalında "TÜBİTAK Bilim Ödülü"nü, 1973'te Kimya dalında "Alexander von Humboldt Research Award"ı ve 1975'te "International Outstanding Scientist Award of Japan"ı kazandı. 1973'te Özel Elçisi olarak Japonya'ya gönderildi. Sinanoğlu ayrıca Nobel ödülü için iki defa aday gösterildi. 1997 yılında Yale'den emekli olmasının ardından Yıldız Teknik Üniversitesi'nde Profesör olarak çalışmaya başladı ve 2002 senesinde kadar Yıldız Teknik Üniversitesi Kimya Bölümü'nde çalışmaya devam etti. Sinanoğlu birçok bilimsel kitap ve makale yazdı ve birçoklarına da katkıda bulundu. Ayrıca "Hedef Türkiye" ve "Bye Bye Türkçe"2005 gibi eserlere de imza attı. Yaşamı boyunca Kuantum mekaniği'ne birçok katkıda bulundu. Dirac'in de üzerinde uğraştığı ancak çözemediği "Kuantum mekaniği'nde Hilbert uzayının topolojisi ve içerdiği yüksek simetrileri" problemini çözdü. Politik Görüşleri Türkiye'de bulunduğu dönemde çalışmalarını daha çok toplumda bir Türkçe bilinci oluşturmaya adadı ve Türkçe'nin yabancı dillerin istilası altında olduğunu vurguladı. Eğitim dilinin Türkçe olması gerektiğini ve yabancı dilin takviyeli olarak öğretilmesinin gerektiğini savundu. Türkçede bulunan yabancı kökenli olduğunu söylediği bazı kelimelere çeşitli karşılıklar önerdi. Ölümü 19 Nisan 2015 tarihinde Amerika'nın Florida Eyaleti'nde hayatını kaybetti. Ünlü sanatçı Esin Afşar'ın ağabeyidir. Karacaahmet Mezarlığı'nda annesi Rüveyde Sinanoğlu ve kız kardeşi Esin Afşar Aral'ın yanına defnedilmiştir. Yazdığı Kitaplar Modern Quantum Chemistry Istanbul Lectures Academic Press,1965 Sigma Molecular Orbital Theory Yale Press,1970 Three Approaches to Electron Correlation in Atoms and Molecules with Press,1971 New Directions in Atomic Physics with Press,1971 Yazarı Oktay SinanoğluYayınevi Otopsi YayıneviBasım Yılı 2000Sayfa Sayısı 429 SayfaOktay Sinanoğlu’nun Türkçe ile ilgili makale, söyleşi ve konferanslarından derlenmiş “Bye Bye Türkçe”, özellikle eğitim alanında Türkçe’nin önemi üzerinde durmaktadır. Sinanoğlu, bir ülkenin varlığını sürdürebilmesi için dilini korumasının şart olduğunu belirtmektedir. Kitap, aşağıdaki ana başlıklardan New York RüyasıBir Milleti Yok Etmenin YoluAtatürk ve Türk Bilim DiliYüksek Öğretim ve Yabancı DilUluslararası Bilim ve Ulusal Eğitim Dili21 nci Yüzyılda Türkiye’nin Hedefleri Açısından Eğitimİngilizce Öğrenmenin YoluTürkçe’si Dururken İngilizce’siYeniden Kurtuluş Savaşı Nereden Başlayalım?Bir New York RüyasıYazar ilk bölümde gördüğü bir rüyayı anlatmaktadır. Daha önce bir dönem yaşadığı New York’tadır. Yıl 2050’dir. New York caddelerinde yürüyen yazar, cadde üzerindeki işyerlerinde gördüğü levhalar karşısında şaşırır. Çünkü dev levhaların üzerinde Türkçe isimler yer almaktadır. İşyeri isimleri yarı Türkçe’dir Rahat Shoes, Car Merkezi gibi. Bu sırada yol üzerindeki bir gazete bayisinde gördüğü gazete ve dergilerin üzerinde de Türkçe isimler vardır. Dinlenmek için oturduğu bir yerde İrlanda asıllı bir Amerikalıya gördüklerini sorar. İrlanda asıllı adam, 21 nci yüzyılın başından itibaren Türklerin ekonomik olarak güçlendiklerini, Avrupa ve Amerika’nın ise giderek gerilediğini söyler. Türk dilinin, Türk müziğinin, Türk filmlerinin yaygınlaştığını, Türkiye’nin batılı öğrencileri kendi üniversitelerinde okuttuğunu söyler. Okuttuğu öğrencilere de Türkçe öğrenme zorunluluğu getirmiştir. Ayrıca Türkiye’nin, Amerika’da yaşayan vatandaşları için azınlık okulları açtığını, zamanla Amerikalıların da çocuklarını bu okullara gönderdiğini söyler. Bu arada krize giren bir Amerikan okulunda eğitim dili Türkçe olmuş, giderek bu tür okulların sayısı artmıştır. Artık Türkçe eğitim veren okullar ülkenin en önemli eğitim kurumları olmuştu. İrlandalıya göre bütün bu gelişmeler bir kültürel soykırımdı ve hiç kimse buna ses çıkarmıyordu. Duydukları karşısında şaşkına dönen yazar eve gitmek için caddeye çıkar. Cadde çok kalabalıktır, metro ile gitmeye karar verir. Fakat daha önce metro durağı olan yer şimdi bir araba parkıdır. Herkes arabalar ile seyahat etmektedir. Gördükleri karşında üzülen yazar birden ter içinde uyanır ve gördüklerinin rüya olduğuna sevinir. Tabi bu rüyada Amerika olarak bahsedilen ülke Türkiye’dir, ülkemizin bugünkü durumu Milleti Yok Etmenin YoluYazar bu bölümde, dilini kaybeden bir milletin nasıl yok olduğunu örneklerle anlatmaktadır. İngilizler İrlanda’nın ana dili olan Gealik dilini eğitim dili olmaktan çıkarmışlar, yerine İngilizce’yi getirmişlerdir. Bir nesil sonra Gealik bilen İrlandalıların sayısı % 30’a kadar düşmüştür. Durumun farkına varan İrlandalılar mücadeleye başlamışlardır. Ana dillerini yeni nesillere yeniden öğretmek için dershaneler açmışlardır. İşinden çıkan İrlandalılar kurslara gidip dilini öğrenmeye başlamıştır. Bu bilinçlenmenin ardından uzun çatışmalar neticesinde bağımsız İrlanda Cumhuriyeti kurulmuş ve devletin resmi dili Gealik ve Türk Bilim DiliYazar bu bölümde, Atatürk’ün Türkçe’ye verdiği önemi, dil devriminin sonuçlarını çeşitli örneklerle anlatmaktadır. Atatürk’e göre bir milletin varlığını sürdürebilmesi için en önemli şartlardan birisi dilini koruyabilmesidir. Kurtuluş Savaşının ardından Atatürk’ün üzerinde durduğu konuların başında Türk dili geliyordu. Türk dilinin yok olması durumunda Türklük diye bir şeyin kalmayacağına inanıyordu. Özellikle 1928-1934 yılları arasında Türk dili üzerinde bizzat kendisi çok önemli çalışmalar yapmıştır. Atatürk bilim alanında da Türkçe’nin gelişmesi için çaba sarf etmiştir. Hatta geometri öğretmenleri tarafından kılavuz olarak kullanılmak üzere Türkçe geometri kitabı yazmıştır. Atatürk yabancı dil öğrenimini de desteklemiştir. Atatürk ölümüne kadar dilin önemi üzerinde durmuştur. Hatta, ölüm döşeğinde yatarken bile dil çalışmalarının sıkı bir şekilde devam etmesi talimatını Öğretim ve Yabancı DilYazar bu bölümde eğitimde yabancı dil konusuna değinmekte, ülkemizde uygulanan yabancı dil eğitiminin yanlışları üzerinde durmaktadır. Eğitim dili her seviyede Türkçe olmalıdır. Yabancı dille eğitim verilen okullarda hazırlık sınıfı gereksizdir. Bir yıl süren hazırlık sınıfları devlete çok büyük mali yük getirmektedir. Halbuki iki aylık yaz kurslarında da bu eğitimin verilebileceği belirtilmektedir. Eğitimde amaç ezberci, kalıpçı yerine araştırıcı gençler yetiştirmek olmalıdır. Bilimin her alanında söz sahibi olabilecek insanlar yetiştirilmelidir. Ayrıca yazar, fen bilimlerinin İngilizce eğitim ile öğrencilere verilemeyeceğini düşünmektedir. Çünkü yeteri kadar İngilizce öğrenemeyecek öğrenciler fen, fizik, matematik gibi dersleri de iyi öğrenemeyeceklerdir. Öğrenciler Türkçe eğitim ile bu dersleri daha iyi öğrenebilirler. Türkçe olarak bu eğitimi alanlar mesleğinde ilerlemek istiyorsa İngilizce’yi kendileri ayrıca öğrenebilirler. 1953 yılından itibaren Türk okullarında yabancı dille, özellikle İngilizce eğitim yapılmaya başlanmıştır. Bu durum Türk biliminin gelişememesinin en önemli nedenlerindendir. 1953’ten önce sadece Robert Koleji, Lisesi gibi yabancı okullarda yabancı dille eğitim verilirken günümüzde, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi, Bilkent, Koç gibi bir çok üniversitede eğitim dili İngilizce Sinanoğlu ayrıca, Türkçe’nin İngilizce’den daha eski bir dil olduğunu, Türkçe’nin belirli bir kural yapısı olduğunu belirtmektedir. İngilizce’nin geçmişi en fazla 500 senedir, beş dilin karışımından oluşmuştur ve belirli kuralları yoktur. 1953 yılından itibaren İngiliz ve Amerikan gizli teşkilatlarının faaliyetleri ile Türk okullarında eğitim dili İngilizce olmaya Bilim ve Ulusal Eğitim DiliOktay Sinanoğlu yabancı dille eğitimi şu şekilde açıklamaktadır Ulusal dil yerine yabancı dili öğretmek, birçok veya bütün dalları kendi dilinde hiç öğretmeden yalnız yabancı dille öğretmek. Türk okullarında yabancı dille eğitim 1953 yılından sonra yaygınlaşmıştır. Yazar, Türkiye’de eğitimin yabancı dille yapılmasını savunanların yanıldıkları noktaları ise şu şekilde açıklamaktadır.“Bilim uluslararasıdır, uluslararası bilim dili de İngilizce’dir, bu nedenle eğitim dili de İngilizce olmalıdır.” yanılgısı.“Çocuğumuz yabancı dil öğrensin, bunun için de yabancı okula gitsin.” yanılgısı.“Üniversitelerimiz uluslararası üniversiteler olacak, Ortadoğu’nun çeşitli ülkelerinden yabancı öğrenciler gelecek.” yanılgısı.“Kendi dilini kullanmayı, geliştirmeyi istemek şovenlik; İngilizce eğitimini ilericilik sayma“ nci Yüzyılda Türkiye’nin Hedefleri Açısından EğitimYazar bu bölümde güçlü bir ülke olabilmek için eğitimin nasıl olması gerektiği konusundaki fikirlerini belirtmektedir. Bunlardan bazıları şunlardırTürk eğitim sisteminin dili Türkçe olmalıdır. Meslek dallarının gereksinimine göre çeşitli yabancı diller ayrıca öğretilmelidir. Özel yaz kurslarıyla bu eğitim verilebilir, hazırlık sınıflarına gerek yoktur. Ezberci, kopyacı, kalıpçı değil araştırıcı gençler yetiştirilmelidir. Yurtdışında okumak gibi bir özentiye son verilmelidir. Her seviyedeki öğretimde gençlerimize hem batı, hem Türk ve Asya kültür, tarih ve felsefeleri öğretilmelidir. Üniversitelerde bilimin her alanında hamle yapılmalıdır. Vatanını ve milletini seven, kendi tarihini, kültürünü ve Türkçe’yi çok iyi bilen, aynı zamanda batıyı da öğrenen, seçeceği mesleğe göre bir yabancı dili yeterince bilen nesiller yetiştirecek bir eğitim sistemi Öğrenmenin YoluOktay Sinanoğlu, yabancı dil eğitimi yerine yabancı dille eğitimin bir ülkeye, bir ulusa yapılabilecek en büyük hainlik, en büyük alçaklık ve bir insanlık suçu olan “kültürel soykırım” olduğunu ifade etmektedir. Bağımsız bir ülkede yabancı dille eğitim o ülkenin anayasasına aykırıdır ve bu konuda taviz verilmemelidir. Yazara göre, insanların mesleklerine göre kendilerine yetecek kadar yabancı dil öğrenmeleri yeterlidir. Bunun için de en kolay, en ekonomik, en etkili yöntem kullanılmalıdır. Yazara göre yabancı dil öğretmenin en iyi yolu, gece veya yaz kurslarında, görsel, işitsel lisan laboratuarlarında bu eğitimin verilmesidir. Okullardaki eğitim dilini İngilizce yaparak yabancı dil öğretmek gibi bir yöntem yoktur ve hiçbir bağımsız ülkede Dururken İngilizcesiOktay Sinanoğlu bu bölümde, dilimize karışmış yabancı kelimelerden örnekler vermektedir. Bunda özellikle televizyonların ve gazetelerin etkisi olduğunu Kurtuluş Savaşı Nereden Başlayalım?Oktay SİNANOĞLU, dilimize yapılan saldırıların altında yabancı dille eğitimin temel silah olarak yattığını ifade etmekte ve yapılabilecekleri şöyle özetlemektedirTürk halkı yabancı dil yalnızca bu şekilde öğretilir diye aldatılmıştır. Hazırlık sınıfı diye bir uygulamanın başka ülkelerde olmadığını herkese kendi mesleklerini takip edecek kadar yabancı dil bilmesi yabancı dille eğitimin Anayasaya aykırı olduğu konusunda gerekli makamları uyarmalı vedavalar ve yüksek öğretimde yabancı dille eğitim yaşantımızdaki konuşmalarımızda İngilizce sözcükler kullanmak övünülecek değil ayıplanacak bir şey sorumlu kuruluşları ve işyerlerini Türkçe isimler kullanmaya teşvik etmelidirler. "Türk Aynştaynı" olarak tanınan, değişik ülkelerde iki kez Nobel Ödülü'ne aday gösterilen Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley Kimya Mühendisliği'ni birincilikle bitirdi. 1956. birincilikle Yüksek Kimya Mühendisi oldu; "Alfred Sloan Ödülü"nü aldı. Berkeley'de Kuramsal Kimya doktorasını yaptı. ABD Atom Enerjisi Merkezi'nde araştırmalar yaptı. Harvard ve Yale'de kendisine ait yeni kuantumnicem kimyası ve fiziği üzerine teorileri hakkında üst düzey dersler verdi. 1962'de, 26 yaşında, Batı'nın son 300 yıldaki en genç profesörü oldu. "Moleküler Biyoloji" konusunda ikinci kürsüsüne atandı. "Alexander von Humboldt Bilim Ödülü"nü kazanan ilk bilimci oldu. Japonya'nın "Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülü"nü kazandı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çıkardığı özel bir kanunla Oktay Sinanoğlu'na ilk ve tek "Türkiye Cumhuriyeti Profesörü Unvanı"nı verdi. Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak Japonya'ya gönderildi; Türk-Japon Kültür, Eğitim ve Bilim ilişkilerinin temelini Sayısı 310Baskı Yılı 2015Dili TürkçeYayınevi Bilim+Gönül İlk Baskı Yılı 2010 Sayfa Sayısı 310 Dil Türkçe 9. Hoşgeldin bonusu almış olan üyelerimiz diğer bonus kampanyalarından aynı anda yararlanamazlar Hoşgeldin bonusu alan kullanıcılar kayıp bonusundan yararlanamazlar. ÖZET 2247 sayılı Yasa’nın 24. maddesinde yer alan hüküm uyuşmazlığı için ÖNGÖRÜLEN KOŞULLAR gerçekleşmediğinden BAŞVURUNUN,aynı Yasanın uyarınca REDDİ gerektiği hk. Genel Hüküm ve Koşullara herhangi bir zamanda değişiklik yapma veya değiştirme yetkisi JestBahis sitesine aittir. Stadyumlar aynı zamanda iktidar ilişkilerinin somut olarak inşa edildiği mekânlardır. Banka havalesi ile para yatırmak için canlı destek hattına başvurmanız gerekmektedir. Her kullanıcı için ayrı bonus paketleri oluşturan bu site kullanıcılarının memnuniyetini düşünen siteler arasında en önde gelmektedir. Bu sitelerden her biri kazanç, eğlence vaadinde bulunmakta ve üye arttırmak için türlü teklifler sunmaktadır. Avrupa’da hiçbir kulübün profesyonel futbol şubeleri ulusal bahis tekelinden para almıyor. Bu seçeneklerden ilki havale ile para yatırma işlemidir. Çünkü bir kurum tarafından kontrol edilmeyen bir site; uzun süre boyunca kullanıcılarına sorunsuz ödeme yapsa dahi bir gün ansızın piyasadan çekilebilir ve bu durumda hakkınızı arayabileceğiniz hiç bir mecra olmaz. Gün geçtikçe bu siteler daha fazla büyümekte ve daha fazla kullanıcı potansiyeline ulaşmaktadır. Ancak tehdit eyleminin, yağma suçuna uygun olmaması halinde 106 ıncı madde uyarınca ”tehdit suçu” söz konusu olacaktır. Birden fazla ünitenin kullanımı halinde bir yangın söndürme kontrol paneli mutlaka ambalaj maddelerini, bir başka imalatçı firmadan satın almaktadır. Almanya Futbolunun efsane isimlerinden Franz Backenbauer’in adı da geçtiğimiz aylarda OddBet ile ilgili illegal bir duruma karışmıştı. Böyle bir yasama nasýl salýklý olur ya? Korner bahisleri online canlı bahis sitelerindeki bir karşılaşmada açılan bahis türlerinden biridir. 6 seneden uzun bir süredir 10 binlerce TL çektiğim Bets10, kazançlarınızı tahsil etmek konusunda kesinlikle en hızlı bahis sitesidir. Bonuscuk sitesi üzerinden kendinize bir bahis sitesi seçerek üyelik işlemlerinizi oluşturabilirsiniz. Tam anlamıyla güvenilir bir site olarak lanse edemediğimiz baymavi bahis sitesini ufak yatırımlar ile deneyebilirsiniz. Avrupa merkezli olup Türkiye’de işlevini sürdüren güvenilir iddaa siteleri mevcuttur. Son yıllarda Türkiye’de yasadışı bahsin artmasında pek çok etken bulunuyor. Site üzerinde yatırım metotlarını anlatan bölümler bulunuyor. Çünkü sistem öyle ve Mahmuti de hiçbir şekilde sistemin dışına çıkılmasını istemez,oyuncuların sisteme adapte olmasını yüzden son iki senedir son 8 e kalmaktadır ve bu sistemin oluşturduğu savunma gücü olan takım savunmasıdır Efes’te. Bu nedenle kuponun tutma ihtimali, sıradan amatörce hazırlanmış kuponlara oranla baskın bir şekilde daha şekilde işlem yapabiliyorsunuz. ” tek sütun üzerine başlıklı köşe yazısı, Haber Türk gzt., Yayın Sahibi Habertürk Gazetecilik ” yazısı içinde, Matematik Dünyası dergisi, Sahibi Türk Matematik Derneği adına Prof. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığına at yarışları düzenleme amacına yönelik olarak tahsis edilmiş veya fiilen bu amaçla kullanılan taşınmazlar ile üzerlerindeki yapı ve tesisler, 49 yıl süre boyunca lisans sahibi Fonun kullanımına verilir. Olayın geçtiği yer ”psikolojik harp dairesi”. Hera yontusunun dışarıdan Samosa gittiğini doğrulayan pek çok belge ve bilgi George Thomson tarafından da doğrulanmaktadır “Hera yontusunun Argos’tan gelmiş olduğu söyleniyordu, ama Samoslular bunu yadsıyor ve Hera’nın tapınımda ki söğüt ağacının altında doğduğunda diretiyordu. Bu arada iktidardakiler düşmüş, muhalefettekiler iktidara gelmiş, devir değişmişti ama mektupları hep karşılıksız, konuştuğu insanlarsa duyarsız kaldı. Boğa dışında herkes. Ben ve bir başka adam gidip boğayı kaldırdık. Bu adam tenis kulübün­de altı ay tenis oynayıp çıkıyor. Bu aslında uzun süredir devam eden, son dönemlerde açığa çıkan amaçlan seslendirilmeye başlandı.

hedef türkiye oktay sinanoğlu özeti