"Diyar-i küfrü gezdim beldeler keşâneler gördüm, Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm.’’ Ziya Paşa’nın söylediklerini günümüz Türkçesiyle şöyle ifade edebiliriz: Kafirlerin batı diyarını gezdim, gelişmiş yerleşim yerleri gördüm, İslam topraklarını dolaştığımda da sadece viraneler gördüm.
Onun yukarıya aldığımız sondan bir evvelki dizesi bize “Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kaşâneler gördüm, dolaştım mülk-i İslamı bütün viraneler gördüm” diyen Ziya Paşa'yı hatırlatıyor. Öyle görülüyor ki, bu büyük kargaşa içinde, az biraz da olsa, huzur ve güvenlik büyük kentlerin uzağında kurulan
Ziya paşanın ‘diyar-ı küfrü gezdim beldeler, kaşaneler gördüm” derken kastettiği, Paris ve Avrupa aristokrasisinin şatolarıdır. Osmanlı dünyasında o tür bir aristokrasi
Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün vîrâneler gördüm Söz, bir buçuk asır evvel söylenmiş olmasına rağmen el’ân geçerliliğini koruyordu. İslâm âlemi, kendisine gelmediği müddetçe de o gerçekle yaşamaya devam edecektik ne yazık ki.
KöleliktenEfendiliğe adlı eserinde İslâm âleminin garipliği ve horlanışı karşısında duyduğu derin ıstırabı anlatan yazara göre Müslümanlar için geçmişte olduğu gibi bugün de en büyük tehlike cehalettir. Kur’an’ı Kerim’in “Oku!” ayetine rağmen Müslümanların ilimden geri kalmasına anlam veremeyen Sâmiha Ayverdi, okumayan ve düşünmeyen ümmet
Dịch Vụ Hỗ Trợ Vay Tiền Nhanh 1s. “Gezdim Diyarı Garbı Kâşaneler Gördüm. Gezdim Diyarı İslam-ı Viraneler Gördüm.” Beytinin Sahibi Mehmet Âkif Ersoy Değil Ziya Paşa’dır Ali Sirmen, Cumhuriyet’teki “Neden hiç sormazlar?” başlıklı 8 Şubat 2022 tarihli yazısında “Gezdim diyarı garbı kâşaneler gördüm. Gezdim diyarı İslam-ı viraneler gördüm.” beytini yanlışlıkla Mehmet Âkif Ersoy’a atfetmiş İtikadının sağlamlığından kimsenin kuşkusu bulunmayan Mehmet Akif şöyle der “Gezdim diyarı garbı kâşaneler gördüm. Gezdim diyarı İslam-ı viraneler gördüm.” Tahrif edilmiş Aktarımın aksine söz konusu beyit Ziya Paşa’nın 1825 – 1880 gazelinden alıntıdır… Gazel’in tamamı şu şekilde Ziya Paşa, Hayatı, Sanatı, Eseri. Varlık Yayınları. Türk Klasikleri 25. Hazırlayan Şükrü Kurgan. İkinci Basılış. 1963. İstanbul. Sf 82 “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm Bulundum ben dahi dar-üş-şifa-yı Bab-ı Âli’de Felatun’u beğenmez anda çok divaneler gördüm Huzur-ı gûşe-yi meyhaneyi ben görmedim gitti Ne meclisler ne sahbâlar ne işrethaneler gördüm Cihan namındaki bir maktel-i âma yolum düştü Hükümet derler anda bir nice salhaneler gördüm Ziya değmez humarı keyfine meyhane-i dehrin Bu işretgehte ben çok durmadım ammâ neler gördüm” Cenevre- Şâban 1287/1870 Gazelin günümüz Türkçesiyle aktarımı şu şekilde yapılabilir “Müslüman olmayan ülkeleri gezdim, şehirler, gösterişli yapılar gördüm, İslam ülkelerini dolaştım, hep harabeler gördüm. Ben Babıali’nin iyileştiren kapısında da bulundum. Orada Eflâtun’u beğenmeyen bir çok kendini bilmezler gördüm. Dünya adındaki toplu ölümlerin yapıldığı yere yolum düştü. Hükümet derler, orada nice kesim yerleri gördüm. Ben meyhane köşesindeki huzuru görmedim gitti. Ne toplantılar, ne içkiler, ne içkili yerler gördüm. Ziya, bu dünya denilen meyhanenin sarhoşluğunun başağrısı verdiği keyfe değmez. Bu meyhanede ben çok durmadım ama neler gördüm.” İlgili Yazılar
“Türkiye bir çöplük” dedi ağzını doldurarak… Sesinde istese de bastıramadığı derin bir öfke hatta zor zapt ettiği hınç vardı. Gözlerini Türkiye’ye kapatmıştı, sanki “görüp göreceğim ne varsa hepsini gördüm” der gibiydi. Her sözünde bitmiş bir umut saklıydı, yüreğinde kurşun ağırlığında çökmüş kırgınlık ve kaygı vardı. “Bu ülkede bana bir gelecek var mı?” diye sordu. Uzun uzun anlatmak istedim. “İstanbul dünyanın incisidir. Ege’de topraktan bereket fışkırır, aynı anda dört mevsimi birden yaşarsın. Doğası güzeldir, her yöresinde ayrı bir kültürel renk bulursun. İş de olur aş da… Sorunlarımız var ama çözeriz. Yine, yeniden kurarız kentleri” dedim. Hiç oralı olmadı bile. “Ben kendimi çok yorgun hissediyorum” diyerek araya girdi. 20’li yaşlarda, daha hayatın başındaki bir gençte hiç de olağan sayılamayacak bu yorgunluğu garipsesem de anlıyordum. Zamansız bitkinliğinden ızdırap duydum. 2230 olmuş saati göstererek “Bak bu saatte kurstan geliyorum, daha iyi bir gelecek için. Ancak kaldırım ortasındaki direği, acaba başıma bir iş gelir mi diye korkarak bindiğim minibüsü, çok çalışmama ve başarılı olmama rağmen parti torpiliyle benim önüme geçecek olan yandaşları düşündükçe bunalıyorum. Betona boğulduğum için nefes alamadığımı hissediyorum. Bu zevksizlikten, kabalıktan, kullanılan ötekileştirici dilden ürküyorum. Bu kadar mı değersiz insanlarız? Benim emeğimi fark edecek, hakkını verecek bir iktidarımız neden yok? Bir kitap almak için neden kılı kırk yaran hesaplar yapıyorum?” Sustum, bu ülkeye dair tüm duygu bağlarını koparmış bir genç vardı karşımda. Ruhu, çoktan uçmuştu buradan. Öylesine acı verdi ki… Gözlerinden kederden kederlendim. “Yer niye yerinde duruyor?” dedim. “Gök neden bu kadar suskun?” Oysa geleceğinin çalındığını düşünen bu genç için kıyamet çoktan kopmalıydı. Dağların hepsi bir yanardağ gibi lavlarını püskürtmeliydi. Fırtınalar içinde kalmalıydık” diye düşündüm. Erasmus programıyla gittiği Avrupa ülkesinde gördüğü düzenden, soluduğu özgürlükçü havadan büyülenmişti bu pırıl pırıl genç. “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm” diyen Ziya Paşa’nın halet-i ruhiyesine sahipti. Ülkesi bir virane idi. Viranede de bülbüller ötmezdi. Ziya Paşa’nın gazeli yüzyıllardır değişmeyen gerçekliklerimizi ne güzel anlatır Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm Bulundum ben dahi dar-üş-şifa-yı Bab-ı Âli'de Felatun'u beğenmez anda çok divaneler gördüm Huzur-ı gûşe-yi meyhaneyi ben görmedim gitti Ne meclisler ne sahbâlar ne işrethaneler gördüm Cihan namındaki bir maktel-i âma yolum düştü Hükümet derler anda bir nice salhaneler gördüm Ziya değmez humarı keyfine meyhane-i dehrin Bu işretgehte ben çok durmadım ammâ neler gördüm Derler ki, “gördüğünden geri kalmayasın”. Atalarımız ne de güzel söylemiş değil mi? Türkiye şimdi dünyayı gören ve o gördüklerini talep edenlere, ilk fırsatta “cebindeki telefonun fiyatı nedir?” diye soranların yarattığı bayağılığın içinde debeleniyorken, ruhu çoktan ülkesini terk etmiş gençlerinin yasını tutacak idrakten bile yoksun.
Batı ülkeleri, demokrasi ve hukuk sistemleri inşa etmek suretiyle karanlık ve utanç dolu geçmişlerinden yeteri kadar olmasa da uzaklaşmayı başardılar. ABD’nin siyahi insanlara ve ülkenin kadim yerlileri Kızılderililere yönelik insanlık dışı uygulamaları yakın tarihe kadar devam etmiştir. Bugün dahi tamamıyla çözüme ulaştırıldığı ve herkesin doğal haklarına kavuştuğu söylenemez. Avrupa’da ise engizisyon başta olmak üzere karanlık çağın uygulamaları, ayırımcılık, dincilik, dinbazlık, mezhepçilik, ırkçılık asırlarca egemen olmuştur. Dünyanın hiçbir yerinde eşine rastlanmamış Faşizm’in ana yurdu da Avrupa’dır. İspanya, İtalya ve Almanya’da hâkim olan faşizmin sadece Avrupa için değil, dünya ve insanlık için büyük felaketlere yol açtığı bilinmektedir. Yahudi soykırımı başta olmak üzere Endülüs Müslümanlarına yönelik kıyım ve katliamlar bir utanç olarak hep kalacaktır.! Siyahi insanların Afrika coğrafyasından hangi koşullarda Avrupa’ya nakledildikleri ve nasıl köleleştirdikleri, bir insanlık suçu olarak sicillerine kaydedilmiştir. Sömürgeleştirdikleri ülkeleri nasıl yağmaladıkları, “İncil” karşılığında nasıl soydukları tarihin utanç sayfalarında yazılıdır. Birinci ve ikinci Dünya savaşlarında milyonlarca insanın katledilmesi, şehirlerin yakılması, tarihin yok edilmesi gibi örneklere hep Batı’da rastlanmıştır. Bütün bunlara rağmen değişen, gelişen, imar ve inşa edilen, medenileşen, barış ve hürriyet diyarı olan yine Batı olmuştur. İstesek de, istemesek de bugün siyasal düzenin ve hukuk sisteminin rol modeli artık Batı’dır. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ömer İbn’ul-Aziz ve Salahattin-i Eyyubi gibi rol modeller artık tarihte kaldı. Dürüst, düzgün, gösterişsiz, ahlaklı, erdemli, şahsiyetli, karakterli, hak ve hukuka saygılı, bilgili, donanımlı özellikleriyle öne çıkan liderlere ancak Batı’da rastlamak mümkündür. ABD ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin de birçoğunda toplumsal kültüre dönüşen çevre duyarlılığı, çoğulculuk, özgürlük, insan hakları, hukuk ve demokrasi inancının giderek kurumsallaşması, siyasal sistem olarak insanlığın ilgisini cezbetmektedir. Bu ülkelerde siyasetçilerin ve yöneticilerin çoğunlukla şatafatsız, gösterişsiz ve sade yaşamları özellikle gençlerin dikkatini çekmektedir. Demokrasinin, özlenen siyasal rejim olarak kabul görmesinde bu anlayışın önemli rol oynadığını düşünüyorum. Almanya, Danimarka, Yeni Zelanda, Finlandiya başbakanlarının örnek tutumları ve imajlarının demokratik sistemin taraftar toplamasında büyük paylarının olduğu çok açıktır. Müslüman ülkeler başta olmak üzere doğu ülkelerinin hangisinde bir devlet başkanı, başbakan veya cumhurbaşkanı, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in “'ben başbakan olarak doğmadım ki!”, “haysiyetimle devraldım, haysiyetimle devrediyorum” diyebilecek erdeme ve dürüstlüğe sahiptir? Market kasasında ücretini ödemek için sırada bekleyen, halkın arasına gösterişsiz, riyasız katılan, Merkez Bankası'nın 900 Milyar Euro fazla parası olduğu halde yurt dışı gezilerine tarifeli uçak seferleriyle giden, sade ve mütevazı giyinen dürüst bir siyaset ve devlet insanı Angela Merkel dururken, coğrafyamızda hangi lider örnek alınabilir? Time Dergisi, Angele Merkel'i; “Şahsi menfaate ve zorbalığa taviz vermediği için, dünyada az bulunan ahlaki liderlik gösterdiği için" "Yılın Siyaset Lideri" seçtiğini hatırlatmak istiyorum. Aynı gerekçelerle 2021’de “Yılın Siyaset Lideri" veya “Yılın Devlet Başkanı” seçilebilecek bir tek Müslüman lider var mı? İspanya Genelkurmay Başkanı Miguel Angel Villarroya, sırası gelmeden Covid 19 aşısı yaptırdığı ortaya çıkınca, tartışmaların büyümesi üzerine görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Doğu ülkelerinde, özellikle de Müslüman ülkelerde böyle erdemli ve şahsiyetli ordu komutanlarına, devlet ve siyaset insanlarına rastlamak mümkün mü? Bir kitap fuarına giden ve salonda oturacak yer bulamadığı için merdivenlere çöküp oturan Finlandiya Cumhurbaşkanı Sauli Niinisto değil de, bu durumda solonun tamamını hizaya sokacak Müslüman ülke cumhurbaşkanları mı rol model olacak? Bir cumartesi günü yemek için gittiği kafeye sosyal mesafe kuralları gereği kapasitenin dolu olması nedeniyle alınmayan Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern değil de, Müslüman ülkelerin hangi başbakanı rol model olacak? Süpermarkette ödeme yapmak için sıra bekleyen 72 yaşındaki Portekiz Cumhurbaşkanı Marcelo Rebelo de Sousa değil de, hangi Müslüman ülkenin cumhurbaşkanı rol model olacak? Söz konusu batılı liderlerin hiçbiri rol olarak değil, inanç, yaşam tarzı, insanlık ve siyaset anlayışları sonucu böyle davranıyor. Onları farklı ve örnek kılan da bu anlayışlardır ve siyasal düzenleridir. Vatanperverlikleri hakkında zerre kadar şüphe duyulmayan bu şahsiyetli, karakterli liderlerden hiç birinin “söz konusu vatan ise demokrasi de, hukuk ve adalet de teferruattır” dediğine şahit olunmamıştır.! Sormak istiyorum, bu liderler mi vatansever, yoksa vatan-millet-bayrak-din-devlet edebiyatı yapan bizim politikacılar mı? Bunlar mı izzet, şeref, onur, haysiyet ve ahlak sahibi, yoksa “Müslümanlık” edebiyatı yapan bizim siyasetçiler mi? İslam şiarı, bu lider ve siyasetçilerin yönettiği ülkelerde mi, yoksa Müslüman ülkelerde mi tezahür ediyor? Ziya Paşa’nın 19. Yüzyılda 1829-1880 söylediğini ben 21. Yüzyılda hatırlatmak istiyorum, “Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşaneler gördüm, Dolaştım mülk-i İslamı bütün viraneler gördüm.” Abdulbaki Erdoğmuş
Ramazan Sohbetleri-5 İbni Haldun Tartışmaları üzerine AYDINLAR İSLÂM’LA BARIŞMALIDIR Zeki Sarıhan Sadık Usta, Odatv’de İbni Haldun’la ilgili bir yazı yazdı. Bu yazıya bazı aydınlardan tepki gelmiş. İbni Haldun’un, kitaplarında bazı dini referanslar kullandığı için ilerici sayılmayacağını ileri sürüyorlarmış. Sadık Usta’nın bu tip aydınların anlayışını eleştiren yazısı, bana yıllar önce mücadelesini verdiğim ve üç yıl önce iki yazıyla paylaştığım düşüncelerimi yalnızca birkaç ibare eleyerek yeniden yayımlama düşüncesini verdi. Onlardan birincisi aşağıdadır. * Türk aydınlarından hatırı sayılır bir kesimin İslâm’la kavgalı olduğunu kimse inkâr edemez. Bunun en uç ifadesi, rahmetli halkbilimci Şükrü Günbulut tarafından “İslâm’ın gittiği yerde ot bitmez” cümlesiyle belirtilmişti. O, bugün bazı Alevi çevreleri gibi, Aleviliği Müslümanlık içinde saymıyordu. Bu tutum, Ortaçağ Osmanlısının toprak ve egemenlik kavgası nedeniyle Şiiliği ve Aleviliği İslâm dışında saymasına, karşı taraftan bir kabullenmedir. Fakat aydınlarımızın İslâmiyet’le kavgası, Fransız aydınlanmacılığının etkisiyle Tanzimat aydınının Batı hayranlığı ile başladı. Namık Kemal kuşağı, bu konuda daha akılcı ve mantıklıydılar. Ardından gelen aydın kuşakları, Türkiye’nin geri kalmışlığını halkının Müslüman olmasına yordular. Düz bir mantıkla bakıldığında durum bunu gösteriyordu. İşte Müslüman olmayan Batı Frenkler ileri, yalnız Türkiye değil, bütün Müslüman coğrafyası karanlıklar içinde idi. Ziya Paşa bir şiirinde “Diyarı küfrü gezdim, beldeler kâşaneler gördüm/Dolaştım mülkü islâmı bütün viraneler gördüm” derken haksız değildi. Tanzimat’tan beri millete doğru yolu göstermekle görevli Türk aydınlarının görevi, İslâm Dünyası’ndaki bu geriliğin nedenlerini doğru yorumlamak, yeni bir uyanış, yenilenme ve zenginleşme ile birlikte kendi içindeki unsurlarla ve Batı ile yan yana yaşayabileceği yol ve yöntemleri bulup göstermekti. İSLÂM’I YÜCELTMEK Mİ, İSLÂM’DAN KOPMAK MI? Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük, Batıcılık, Sosyalizm akımları buna yanıtlar aradı. Bu dönemin iki temel sorusu, vatan ve milletle birlikte İslâm’ı yücelmek mi, yoksa İslâm’dan ruhen kopmak mı idi. İslâm’dan kopmaya karar verenler, İslâm’ın 12. Yüzyıla kadar yükseliş dönemi yaşadığını, bu tarihten sonra ticaret yollarının değişmesiyle Avrupalıların yeni hammadde ve insan gücü kaynaklarına erişmek için yollar arayıp bulduklarını, servetlerin Avrupa’ya aktığını, bununla bir burjuva sınıfı oluştuğunu, kapitalizmin teknolojiyi geliştirdiğini ve insanların zihinlerini de genişlettiğini hesaba katmadılar. İslâmiyet, tembellerin, uyuşuk insanların, tevekkül edenlerin diniydi… Öyle ki bazıları kimliklerinde İslâm yazsa da bu dinden tamamen soğudular. Sayıları az da olsa bazıları Tevfik Fikret’in oğlu Halûk gibi Hıristiyan olmayı ve Hıristiyan bir çevrede yaşamayı tercih ettiler. 1912 Balkan Savaşı’yla birlikte asıl sorun, mevcut vatan topraklarının elde tutulmasına dönüştü. Birinci Dünya Savaşı’na Almanların emrivakisiyle girilmesi ve savaşın da kötü yönetilmesi medeniyle imparatorluk çöktü. Türkiye tarihinin yalnız kahramanlıklar üretmekle kalmayıp, yaşamak için de formüller üreten Kurtuluş Savaşı, “Nasıl kurtuluruz?” sorusuna anlamlı bir yanıt yarattı Dillerin, mezheplerin kardeş olduğu, birbirini sayıp sevdiği tam bağımsız ve medeni bir Türkiye. Kurtuluş Savaşı’nda her çevrenin savunduğu temel hedef buydu. Batıcı aydınların bir kısmı, bu savaşta kalpaklısı ile sarıklısının, İttihatçısı, Türkçüsü ile sosyalistinin Meclis’te bir araya gelmesini, Konya Mevlana postnişini ile Hacıbektaş dedesinin Meclis başkan yardımcılıklarını paylaşmasını geçici bir uzlaşma olarak görüp buna razı olmak zorunda kaldılar. Zaferden sonra çok geçmeden bu birliktelik dağıtıldı. Yeni iktidar döneminin tarih yazıcıları, Kurtuluş Savaşı’nda İslâmi çevrelerin düşmanla işbirliği halinde olduğunu, dolayısıyla onların yeni devletin temellerinde bir harçlarının olmadığını savundular. Günümüzde de hâlâ geçerliliğini koruyan bu iddia hiç de doğru değildi. Vatanı savunmak için göreve çağrılan ve buna katılan halk, Müslüman’dı. Bunun için onların Türk kimliklerinden çok Müslüman kimliklerine vurgu yapıldı. “Vatanımız ve dinimiz tehlike altındadır” denildi. Hem politik, hem de kültür olarak yüzünü Batı’ya dönmüş olan yeni rejim, İslâmiyet’le ilgili bazı denemelere girişti. Dinde reform bunlardan biriydi. Tevhidi Tedrisat Yasası’nda devletin açmakla zorunlu olduğu imam hatip okulların mevcudu gitgide azaltıldı ve “öğrenci yokluğundan” 1930’larda temelli kapatıldı. Din dersleri, yeni bir yorumla bir süre daha köy okullarında okutulurken, gene 1930’ların ortalarında bu ders de kaldırıldı. Devlet erkinin içinde İslâmi bütün ritüeller reddedildi. Devlet halka, yalnız sınıfsal olarak değil, kültürel olarak da yabancılaştı. Batılılar, Yeni Türkiye’nin bu durumuna övgüler düzdüler. Daha da hoşlarına giden, rejimin, Fas’tan Hindistan’a kadar İslâm coğrafyası ile de bağını koparması idi. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Batı’ya kapağı atarak savunmasını emperyalist NATO’ya teslim etti. Oysa Mustafa Kemal Paşa, Batıcı değerlerle yetiştiği halde Batı emperyalizmiyle savaştığı Kurtuluş Savaşı yıllarında sıcak bir dayanışma içinde olduğu milletlerin yanındaydı ve Türkiye’nin bir Doğu ülkesi olduğunu açıkça ilan etmişti. Tanzimat döneminin Batı hayranlığı mirasını daha da koyulaştırıp devam ettiren aydınlar, halkı Müslüman olan bir ülkede, laiklikle inançlı insanlar arasındaki dengeyi iyi kuramadılar. İslâm’a bu mesafeli duruş, NATO’ya girdikten sonra da emperyalizmin hatırına devam etti. Öyle ki, Türkiye, Cezayir için yapılan bağımsızlık oylamasında Fransız emperyalistlerinin lehine oy kullandı. Oysa Türkiye’nin yapması gereken, Kurtuluş Savaşı’nda İslâm Dünyası ile oluşan birlikteliğini, dayanışmasını emperyalist Batı’ya karşı sürdürmesiydi. 1990’larda Kemalist aydınlara yönelen suikastlar, Sivas katliamı gibi bazı gerici hareketler, son yıllardaki IŞİD’in vahşetleri, İslâmiyet adına yapıldığından aydınların bir kısmında “Müslüman laik olamaz” yargısını pekiştirdi. İlginçtir ki aynı söylem İslâmcıların da dilindeydi. “Müslüman laik olmaz!” HEM YANLIŞ, HEM TEHLİKELİ 1 Temmuz 1994 günü idi. 20 yıl geçmiş Ertesi gün Sivas Katliamının birinci yıldönümü vesilesiyle Sanatçılar Kurultayı toplanacaktı. Yazıişleri yönetmeni olduğum dergi adına bu kurultayda laiklikle ilgili bir konuşma yapacaktım. Bildirimi yazı kurulunda okudum. Bunda “Müslümanlar laik olamaz” görüşünün hem yanlış, hem tehlikeli olduğunu belirtiyordum. Yazı Kurulu bu paragrafı bildiriden çıkarmaya karar verdi. Ben de onu son haliyle kurultayda sunamayacağımı belirttim. Konuşmayı yapma görevini başka bir arkadaşa verdik. Fakat bu yanlış görüşlerle mücadele etmek, benim için hayati bir zorunluluktu. 4 Temmuz günü Aydınlık dergisine gönderdiğim “Laikliğe Halkın Penceresinden Bakmak” yazısında konuyu yeniden ele aldım. Halkın zaten laik olduğunu, laik olmayanların Müslüman halk değil, küçük bir grup olduğunu anlattım. Yazı ikinci sayfada “Tartışma” köşesinde yer bulabildi. Turan Dursun Araştırma ve İnceleme Yarışması’na gelen ürünlerin neredeyse tamamına yakını İslâmiyet’in ne kadar kötü bir din olduğu ve buna karşı savaş açmak gerektiği tezi üzerine oturuyordu. Ben de bu çalışmaları değerlendiren beş kişilik kurulda yer alıyordum. Raporlarımda ve toplantılarda bu görüşün yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Nihayet, 29 Eylül 2001 günü, İstanbul’da bu yarışmanın ödül töreninde görüşlerimi anlatmaya cesaret ettim. Konuşmamın başlığı, bu yazımın başlığıyla aynıydı “Aydınlar, İslâm’la Barışmalıdır” Görüşlerimi, bir sayfalık girişten sonra 15 madde halinde, net olarak sundum. Ok yaydan çıkmıştı bir kere… Ödül törenine gelmiş 40 kişilik bir dinleyici topluluğu için bunlar yeni düşüncelerdi. Dikkatle dinlediler. Bir kısmı görüşlerimi dikkate değer buldu, bir kısmı ise yanlış bulduğunu söyledi. Yedi yıl sonra “Türkiye’nin Bağımsızlık Mücadelesinin İhtiyaçları Açısından Din Sorunu” başlıklı daha etraflı bir yazı kaleme aldım ve bu yazı Teori dergisinin Ocak 2001 tarihli sayısında yayımlandı. Fakat sonraki sayıda yazımda savunduğum görüşlerin yanlış olduğu belirtilerek buna cevap veren iki yazı yayımlandı ve “Zeki Sarıhan eleştirisine devam edeceğiz” notuyla yayımlandı. Aydınların İslâm’la barışması düşüncesine karşı neredeyse bir savaş açılmıştı. İslâmlığın yapı olarak emperyalizmle işbirliğine elverişli olduğu gibi görüşlerle bile karşılaştım. Günümüzdeki bazı tartışmalara bakılırsa bu görüş hâlâ savunuluyor! Aydınlar İslâm’la neden barışmalıydılar? Bunu gelecek yazıya bırakmam gerekecek. 24 Haziran 2014 5 Haziran 2017
PENCERE iLHAN SELÇUK Çevre Ülke Değil, Merkez Ülke... Osmanlı aydını 19’uncu yüzyılda Avrupa’ya ayak basınca feleğini şaşırdı. Ziya Paşa’nın ikilisi “Diyarı küfrü gezdim, beldeler kâşaneler gördüm Dolaştım mülkü İslamı, bütün viraneler gördüm” 20’nci yüzyılın ortasında Aziz Nesin, Ziya Paşa’ya mizahla katkıda bulundu “Eller Ay’a Biz yaya” * 21’inci yüzyılın eli kulağında, ama, bu tür edebiyat gazete köşelerinden eksilmiyor. Oysa Batı ile farkımızı görmek için, artık ne şaire gerek var, ne yazara!.. İletişim devrimi sağ olsun!.. Televizyonun düğmesine bastın mı, ekran şenleniyor; “Diyarı Küfr”ün bütün “beldelerini, kâşanelerini” görüyoruz, “mülkü İslamın viraneleri” de sergileniyor. Köşe yazarlarımız yine de bununla yetinmiyorlar; Batı’yı yüceltirken Türkiye’yi yerin dibine batırmaktan tuhaf bir zevk alıyoruz. Yüzyılı aşkın bir süreden beri bu edebiyat sürüyor. Entelimiz kendi yurduna yabancılaşmayı, evrensellik saymakta... Ne toprağımızın insanı olabiliyor... Ne de Batı’ya aşılanabiliyor. * Soğuk Savaş’ta Batı-Doğu ikileminin bir ucunda Amerika bulunurdu... Öteki ucunda Rusya. 1991’den sonra, bu ikilem masal oldu; artık dünyayı ikiye bölen enlem “Kuzey-Güney” kavramından geçiyor; Batı’nın geçerli anlamı uygarlıkla özdeşleşiyor. Doğru mu? Batı’yı Avrupa tarihinden kaynaklanmış uygarlık anlamında kullanmak, kuralını da birlikte getirir Batılı olmak için ilk koşul “Aydınlanma felsefesi”nin insana aşıladığı “eleştirel aklı” benimsemektir... Eleştirel akıl nedir?.. Öyle bir şeydir ki Batı’yı eleştirmekten kaçınan kişinin Doğulu olduğunu vurgular; Batı’ya salt hayranlıkla Batılı olmanın yolları kesiktir. * Soğuk Savaş’ta Amerika’nın kucağına oturan Türkiye “Batı’nın ileri karakolu” sayılıyordu; Avrupalı olacağımız günü umutla bekliyorduk; Avrupa’nın dışında bir hayat düşünemiyorduk... Ama Avrupa’dan dışlandık... Yarım yüzyıldır Avrupalı olmak rüyasını yaşayan bizler, şimdi ne yapacağız?.. Ne yapacağımızı şaşırdık!.. * Kim bilir, belki de Avrupa’nın Türkiye’yi dışlaması çok iyi oldu. Artık Doğu-Batı blokları yok... Türkiye Avrupa Birliği’nin “bencil” ve “benci” dünyasında itilip kakalanacak bir ülke değil. Şimdi “Soğuk Savaş”ın koşulları güneşin altında kalmış buzlar gibi eriyor; “küreselleşme” Ziya Paşa’nın “Diyarı Küfr” kavramını siliyor; “Amerika - Avrupa - Pasifik” üçlüsünün yanında “Avrasya”yı yok saymak Batı için olanaksız. Çünkü Avrasya, gezegenimizde enerji kaynaklarının coğrafyasını oluşturuyor. Türkiye bu coğrafyada “çevre” ülke değil... “Merkez” ülke!.. Türkiye buna hazırlanmalıdır. 26 Nisan 1998 tarihli yazısı
diyarı küfrü gezdim beldeler kaşaneler gördüm